
CAN-kuşum
sen
geldin
patlayan bir gayyadan
serin
gölgenle
sen
geldin
kara dağdan
yalım taşar gibi

“ karadut’um ” doğaç,
*Yalnızlık sanısıyla *
kendine yetme becerisiyle övünse de insan
bana
senden başka kulağı açık kimse olamadığı
sanındayım.
gelir gelmez
öyle bir yere oturdun ki
herkesi dinlemede
ve kendini dinletmedesin.
sence de ‘çokluk’
‘tekliğin’ perdesi mi dersin?
seni
bir günlükken “ilk” gördüğümde
bir araya gelmiş
üç buçuk kiloluk et yumağı gibiydin
kıpırdadığın o ilk anı kimse bilmiyor
ama *doksan* yılının
tam da öğretmenler gününde
“ilk doktorun”
kalp atışlarını dinletti
“ilk” duyuşumdu bu seni.
Sonra iki günlükken
yıkanışını izledim;
her ne kadar
dokundurulup baktırılmasan da
kararlı sahiplenicilerinin ellerinde
her yanından sular akan
bir kurbağaya benziyordun.
şimdilerde
hangi şekildesin bilmiyorum
ama
seni çok sevdiğimi sanıyorum
ve
yaşamanı istiyorum;
çünkü
kıramadığım benliğim
senin en büyük sebebin.
bir şeylerin sürekli içime aktığı
şu günlerde
artan kendim olmaktan
pek emin değilim
bir çok şeyin
anlamsız göründüğü
bir ‘an’ olur ya
işte
tam ‘o’ nun ortasındayım
yarın ‘bugün’ nün içindeyse
şimdilerde
yarınıma
yarınımın nesnelliğine
bir belirsizlik noktası
konulmakta
seni sevişim
‘kanım-canım’ olman
lafazanlığından kaynaklanmıyor
bilesin.
sevdiğini
kim olursa olsun
tensel ve belge yakınlığından ötürü
sevmemelisin
tensel ve belge-sel yakınlık
zamanla iç içedir
görecedir
sevenle sevilen arasındaki bağ
göreceliği kaldırır
sen kişilere değil
bu ‘ara’ ya dikkat et
bu “araya ve oluşa”
nesnenin araç olmadığı bir yerde
görecelik olmadığı gibi
gören ile görülen ancak “bir” olur
(ama teklik ayrı)
bunu
tanım sözcük ve imgelere sığdırmaya çalışırsan
yanılırsın
nesnelerin albenisi
bize ilişmediği sürecedir
görsel güzellik
sadece ustaca düzenlenmiş
betimlemelerdir
boşlukta
“sadece ben” sloganlı kişileri
dert-tasa ettiğimiz çok olur
bazen
“direk dibindeki adam”
duyarsız çıkabilir
ocağı için ateş verdiğin kadın
elini yakabilir
bazen
sessizce
kucağında uyuduğunu sandığın çocuk
memeni ısırıp koparabilir
bazen
“hak” diyebileceğin ödül
“sır” yüreğini balçığa çevirebilir.
umduğun aşk
en güzel
en ılık düşlerine
gizlice ustaca
saplanılmaya çalışılabilir
uzaktakiler değil
düşlerinin sıcaklığını
yüreğine mesken edindiğin
insan siluetleridir bunlar
oysa bilirsin
tenine değer de
yüreğine sıcaklığı gelmeyecek kadar
uzaktadırlar
konuştuğunu sanırken susan insanlar
elbette
senin
susarak konuşan dilinden
anlamazlar
“lanet okuyan” kişiyle
dost ol
“pis” ve “çirkin” denilenle de
“güzel”
onlardan arta kalandır
bunu unutma
onlarla yakınlaşmanda
çöpleri yılmadan ayıkla
ama çöplük olma
yerinden söküp atabilir misin
bağırsaklarını
sana
kendi emellerine göre davranmayı
zorunluluk gibi sunanlara
inanma
öyle bir program yap ki
altında sadece
“sen”den bir imza olsun
insan imzaladığı edimlerden
pişmanlık duymaz
onlarca
“iyi” veya “kötü” olarak adlandırılan
hiç bir şeyden
pişmanlık duyma
akıl ve duygularının onadığı her şey
senin için
uyulması gereken tek doğrudur
bunun için sonuna kadar savaş
ve bu savaşımında
sana ait sandığın
nesnel olan ne varsa
vermekten
veya gözden çıkarmaktan
çekinme
çünkü sen
yürüyeceğin yolların
çıkacağın
ineceğin merdivenlerin
tek sebebisin
sana
herhangi bir cinsiyetin kimliğini sunacaklardır.
Sen
kendi cinselliğini
dahası kendi seçeneğini
üzerine giydirilen kalıpları kırarak
bul ve yaşa
ne kadın ol
ne erkek
ne de üçüncü cinsi ara
cinsellikte
“kendin “ ol
sır gibi
her yerini kaplayan
ten perdeni arala
o’raya gir
bulduğunla “dost” ol
ama
bulduğunla
senin cinsiyetin de
cinselliğin de budur işte
iki “ten’de can”
birbirlerine karşı
dayanılmaz tutku duyuyorsa
uzak kalmalarına sebep
ister bir “eş”
ister “ana babaları”
ister eli sopalı “umacılar”
isterse başka
bir sürü “şey” olsun
“bir” likteliğe konulan
her türlü engellemeye inat
onlar
bir bütünün iki parçasıdırlar
ki onlar
silueti insan olanların
“saymaca” larına;
“gelen-ek ve gören-ek” leri ile
her gün,
her gün
yeniden üreyen
“yasaları” na rağmen
“ten”de “insan”ı bulmanın
verdiği onur ve hak gereğince
“bir” dirler
davranışlarını kimseye kısıtlatma
bir gün
çaresiz kalır da yenilirsen eğer
içindeki doğru bildiğinden
uzaklaşma
sana ve yapmak istediklerine
“yuları sırmalı gem” vurmalarına
izin verme
bu
yakın-uzak
veya sonraki “aile” bireylerin
sahte ya da sevgi sanı ile
birlikte yaşamak zorunda bırakıldığın
albenili veya salaş döşenmiş
dam-altı arkadaşın
–eşin- bile olsa.
Bu –ben- dahi olsam
sen
sadece
doğruluğuna inandıklarını yap
olur da bir gün
umarsızca
bir kereliğine bile olsa
kime olursa olsun
kendinin sanıp
özgürlüğünü
dahası
“can özünü” kaptırırsan
işte o zaman
yaşadığın sürece
tekrar
o merdivenleri
zeminden başlayıp tırmanıncaya kadar
borç ödersin
yine bu yolda
sana verilene
aklınca biçtiğin bedeli
sakın karşındakinin ödemesine
izin verme
işte bu
dayanılmaz “ben”liktir
bu
düşük yapmaktır
kötü ve çirkin adında
ne varsa kafanda
sil at
kötü ve çirkin yoksa
iyi ve güzel kavramları da
aldatamaz seni
insanları
nesneleri ve duyguları
ayrıştırma
zıtlığa düşme
sana çirkin gelen bir şey
bir çoğuna
güzel gelebilir
güzel dediklerin de
çirkin olarak adlandırılabilir
bu ikilik
sadece sanal bir betimdir
“kalbin ve bağırsakların”
demiştim hani
hangisini söküp atabilirsin
sana katı ve duyarsız yaklaşanlar olacaktır
bu davranışlara
anında veya sonradan da olsa
tavır alırsan
onlarla aynı olursun
çatışmalarında
uzlaşmazlıklarında
ve özellikle
-sanı da olsa-
sevgilerinde
araya sakın hakem tayin etme
bu yanılgıya bir kez düşersen
bir gün birilerine
senin de hakemlik yapman gerekebilir
o an
kim kime göre iyi
kim kime göre kötüdür
ayrıştırma makamı
önce karşındakinde
ardından sende
can acısı olur
böyle bir durumda
çözüm karşındakinin kendisidir
buna dikkat et
çözümü kendinde olanın çöplerini
bırak
kendisi ayıklasın
kavga yok
“seni ısıran köpeği okşa”
demiyorum
ama sakın sen
“ısıranlar” dan olma
“yaşayan” ve “yaşamayan”
diye adlandırılana yakın ol
dinlediğinde
duy
baktığında
gör
fakat sakın
çöplük olma
yalan söyleyebilirsin
ancak kendi yalanlarını kendin seç
yalanlarını
“ben” egonu dik tutmak için
veya silah olarak değil.
İnandığın değerler için kullan
bu senin elinde
sana yalan söyleyenin yalanını
sakın açık edip
yüzüne vurma
-Tırmandığın merdivenin
üst basamaklarına ulaştığında-
çevrendekilerin
*sana basitmiş gibi gelse de*
korku kaygı
zevk aşk
sevgi kin
inanç inançsızlık
zaaf hobi
ve alışkanlıklarına
“doğrusu budur”
bilge edasıyla yaklaşma
yaşlanmadan
ihtiyarladığını sananların
dayandıkları asayı
ellerinden alma
onların değerlerine
onlar adına sahip çık
ama “ben” zevkine kapılıp
sana makam vermelerine izin verme
her değer
taşıyanının doğrusudur
bunu unutma
bu yolda el öpmekten çekinme
bırak
elini öptüklerin
öpülen elin
kendi elleri olduğunu zannetsinler
ancak sen
sakın elini öptürme
bu
elini öpenin sana teslim olmasıdır
bu makama dikkat et
taşıyamayacağın teslimiyet
seni kül eder
sevgilerinde duyarlı
aşklarında teslimiyetçi ol
mazeretçi
ve ayıklayıcı olma
“can” ‘ın “kalk gidelim”
deyişine
“nereye”
diye karşılık verirsen
ya da
“can” dediğin
sen “kalk gidelim” dediğinde
“nereye”
diye sorarsa
işte o zaman
bırak her şeyi olduğu yere
ve hazırlan
ilk basamağını adımlamaya
yüreğindeki merdivenin
zıtlıkları ve eğrileri gör
doğru denilenin
karşındakine göre eğri olabileceğini
gerçek kavramının da
gerip-çekme ile ilişkisini
göreceliğini
savunana göre değişebileceğini unutma
bir pislik böceğinin
yuvasındaki yavrularına
yuvarlayarak götürmeye çalıştığı
pisliğe de
o uğurda harcadığı emeğe de
saygı duy
bu işlev ve oluşumun
içinde ve tüm canlılarda
sadece betimleme farkıyla aynı olduğunu
“iğrenç” sözcüğünün
‘zıt’ tıyla eşdeğer olabileceğini
sakın unutma
“iğrenç” ve “lanet olsun”
sözcüklerini
hiçbir nesne veya değer için kullanma
İnsanları duyguları-düşünceleri
davranışları ve görünüşleri nedeniyle
sakın yargılama
eleştiri zevkinin
“ben” duygusunu beslediğini unutma
“öz-eleştiri erdemli olmanın bir göstergesidir.”
Safsatasına inanıp
sakın az önceki veya dünkü kendini
karşındaki “ayrıştırıcı” lara
teslim etme
Çünkü “sen” i bu güne getiren
dünkü “sen” olsa da
bu gün artık “sen”
dünkü “sen” değilsin
eleştiri ve özeleştiri
ne biçimde veya kim için olursa olsun
benliği sözsel yargılama zevkiyle
sarhoş eder
Bundan daima uzak dur
düşünsel kavgalarında
teslimiyetçi değil
uzlaşmacı ol
kızabilirsin de
ama kızgınlığın
karşındakinin söz veya davranışlarına olsun
şahsına değil
düşman adlılar
arkadaşların ve “sanı dostların”
ne tam iyidirler ne de tam kötü
ilişkilerinde sakın kayıtçı olma
ufacık bir kapı aralığı
yürek geçecek kadar
unutma
ve hiçbir zaman küsme
küsen insan nefret eden insandır
nefretin azı veya çoğu olmaz
uygun ortam bulduğunda
her an patlar
durduramazsın
küskünlük ve nefret
insan ekini değildir
unutma ki nefret,
sahibini yer bitirir önce
nesnellik ve öznellikte
alınganlığın
küsmeyi
küsmenin de nefreti tetikleyeceğini
unutma
birikim
neye karşı
kime karşı
isimlerle uğraşma
-anne baba dayı amca kardeş eş arkadaş-
isimlere takılırsan
ismin arkasındakini göremezsin
isminde iddialı olanlar
isimleri gibi davranırlar
kendini isimlere karşı koru
şayet ben
“baba”lık adıma sığınıp
salt “baba” umacılığı ve ısrarıyla
üzerinde baskı kurarsam
bu
seni nesnel sahiplenme
hevesi içinde olduğum
anlamına gelir
ki sanal benliğimle
öznel kimliğimi
birbirine karıştırma
sahiplenme dürtüsü
“insan” ve “mal”
değerler dengesini alt üst eder
eve girmeden ahıra uğrayıp
“köyün merkebini” ziyaret eden
“halvet haneye” girmeden
ocağa koydurulan suya
sırta vurulan sopaya
sırta
sopanın ardından döşenen
sıpaya
ardından yunup yıkanıp()
mal sahibi edasıyla dolaşan
“koskocaman koca” ya
ve ona takılan
“erk” adına
dikkat et
kendini kimseye sahiplendirme
birilerine sahip olma düşünden de
uzak dur
bu
çocuğun bile olsa
sahiplenmede öz-benliği örten
sevgi maskesidir
bu perdeyi kaldırırsan
taşıyamayacağın şeylerle karşılaşırsın
senin baban olmam
birbirimizi sevmemizi gerektirir(!)
bu annen için de
kardeşin
eşin
veya arkadaşın için de aynı
buna dikkat et
bu tür sevgiler
önyargılı sevgilerdir
koşulludur
bir sevgide
isim perde ve şart varsa
zorunluluk vardır
bir tür “el-mecbur” yönelme ve yönlendirme
sanaldır;
görecedir
aldanma
yakınlaşmalarında ve sevginde
“bir” liği yakala
önyargı ve kayıt
“bir”liği bozar
sevgilerinde
“paylaşım”ı çıkar aradan
sevgi paylaşımında
sanılanın aksine
“iki” lik vardır
bir sana bir bana
oysa sevgi
sadece
“bir” likte yaşanır
yalın ve duru
paniğe kapılma
tekliğe uzanan yolda
”bir”i yakalamada
yetersiz kaldığını sanman
seni tamamlayanın
seni göremeyeceği anlamına gelmez
iç dünyanda veya yaşadığın evde
yanındakilerle veya yalnızken
kapını ve pencerelerini kapatıp
pek ala
mutlu(!) olabilirsin
bu bencilliktir
“insan”dan
elini eteğini çekme
yaşam biraz da
“dangıl-dungul” olmalı
hep ekmek su
bıktırır insanı
zıtlıkları
oluşumu
bulaşmadan da yaşamalı insan
ki mutluluk(!)
“iç”le “dış”ın
kaynaşması olabilsin
dışarıdan korkarsak
içimizden emin değiliz demektir
evinin kapılarını sonuna kadar aç
korkma
adı “kötü” olan
içeri girse de
akıl verip yargılama
zenginliğinle doyur o’nu
sen
yeter ki içeriyi iyi döşe
“karadut” um doğaç
hazırlıklı ol
yaşamının bundan sonraki her evresinde
ulaşmak istediğin her şeyin
sana baş kaldırdığını
ve her şeyin
yenmek zorunda olduğun
cilveli
oynak
ve çok yüzlü
bir iradesi olduğunu
göreceksin
bana gelince
“sıkılıyorum” demiştim
hem de fazlasıyla
sıkıntı denilen
bir “çok”luk herhalde
ya da
“bütüne karılma” aşkı
bu “ten” de
her ”dem”
kayıtsız pay verilmeli
ya da
alınmalı
şu an
yedi günlük halinle
hangi şekildesin bilmiyorum.
Pay(!) ıma düşen kadarınla da olsa
yağmur olup
yağmanı
evine gelmeni bekliyorum

UZAR HASRETLİKLERİM
Bir yalım sevda yaşarım
Erdek’te
Biten yazın billur suları
Dudağını ıslatır
Altın kumsalın
İsimsiz bir hüzün çöreklenir
İçime
Yorgun yaza
Gökyüzünün alkımını çözerim
Ilık bir güneş sızar
Kapıdağ’ın ardından
Belkıs kokuları siner içime
Çınar çam iğde
Bir avuç zeytin
*Kor*
Çocuğunun, balıkçı yarinin çıkınına
Elif, Bahar, Ayşe
Bir balıkçı
Hüzün ağları serer
Yüreğimize
Bir yalım ağıt düşer
İçime
Uzar
Kolu kesilmiş
Bir çınarın gölgesinde
Günbatımı yıkanırken
Hasretliklerim

resim: eflatun acaroglu
oğlak
kör karanlık
küçük bir oda
ve “teklik”
eli fenerli
umacılar sarar çevremi
bir bisikletli
çarptı çarpacak
alın götürün
çirkin erkek ( ) sofralarına
atın beni
bir sıtma nöbeti
yüreğimde
“sus” desem
beni de alacak
sen yeni doğmuş
oğlak göbeği kokuşlum
bir gün uzaklaşırsan benden
üzülmem kızmam da
küssen çekip gitsen
yüzümü
her ne yana çevirsem
seni göreceğim
ve hep ‘an’
oğlak göbeği kokacak

resim: eflatun acaroglu
O yer
kar yağıyor pencereme
içimde ayak seslerin
üzerimde yorgan
üşüyorum
yumuşacık bir el
yorganı alıyor üzerimden
ısınıyorum
renkli bir çocukluk
sarıyor her yanımı
biraz liseli
ürkek
ve ‘erkek bağırmalar’
damarlarımda
kar yağıyor pencereme
terliyorum
çıkarıp yüreğimi
kara atıyorum
- içimde erkek bağırmalar –
yumuşacık bir koku
tepelere çekiyor bedenimi
yukarı yuvarlanıyorum
aşağılarda akşam olmada
yukarıya ay yağıyor
kar gibi teker tane
tenime her değişinde
ısınıyorum
- içimdeki erkek bağırmalar –
aşağı itiyor beni
bir kar tanesine binip
tekrar yukarı çıkıyorum
burada zaman
- yer – dekinden daha kısa
doğumla ölüm bir “an” içinde
parça parça yağıyoruz aşağı
buhar olup
tekrar çıkmak için
o – yer - e

CAN, “GEL” DER DE
DURULUR MU
“Sus” derse CAN
Susarım
“Git” derse
Hemen yola çıkarım
Bir tek
Bir tek “gel” demesinden
Korkarım
Pir’im Sultan’ı dar’a çağıran ses
Beni çağırır da
Bu çöplerle mi oyalanırım
Ey yüreği bedeninde tutsak yar
Ne zamana kadar
Dar’ı darağacı sanacaksın

ARAMACA ( bir )
Doğuştan
Ama ise karşındaki
Nasıl anlatırsın
Ağacı ?
ARAMACA ( iki )
İnsan
İnsan olmadan
Neydi evveli ?
ARAMACA ( üç )
Annelerin
Neresindedir
Cennetin hakikati ?
ARAMACA ( dört )
“Üç” artı “bir” in
Zarafeti
Züleyha’nın marifeti
Ya – Hu
nedir
Leyla’nın kerameti?

RESİM: EFLATUN ACAROĞLU
BÜYÜ
martı çığlıklarıyla
ilk gelişin
şarap bile kokmayan
salaş bir mahzen
paltona bulaşan toz
*ve yanmalarımız*
ürkek öpüşler
yüreğe vurulan zincir
avuçlardaki ter
dudaklardaki tuz
*ve yanmalarımız*
sokak meyhanesinin
mantarlı balığı
yosun kokusu
deniz tadı
*ve yanmalarımız*
bir içimlik sigara
hastane tezgahı
örtü neşter
seste can acıları
*ve yanmalarımız*
insansız giysiler
markasız müşteriler
yokuştan hızla inen
araba
*ve yanmalarımız*
martı çığlıklarıyla
son gelişin
nihayet bozulan büyü
ve
her “can bakışı”
aşk sanmalarımız.

RESİM: EFLATUN ACAROĞLU
DAMLA
pıhtılaşmış kan erimede
beynimde
alyuvarlar
çürük bir kokuyla
sardılar bedenimi
paslı bir oynama var gözlerimde
tam şuramda
zamansız bir acı kıpırdanmada
ey sevgili-m-
gün ışığında ne arar
deniz dibinde yıldız
kanatlarını açıyor
sisli bir yaz yine
- - bak –
yaşam gökyüzü gibi
akmaya hazırlanıyor denize
bırak denizin dibine
ipe dizili yıldızları
geceyi bekle
tanımadığın aşkları
patenleriyle anlatacak
yıldızlar sana
daraldı gökyüzüm
yıldızlarım birbirine çarpacak
- görme –
gökyüzüyle yıkadım ben yüzümü
- bilme –
sense göçtesin yine
‘yok’ ta sın ama
‘var ‘ sın
şimdi kimin teninde soluğun
bırak yıldızları dibe
–bak-
daralmada denizin
sönmeyenlerini yıldızların
gökyüzüne sırala
ve damla
denizin ortasında
sıkışıp kalmış aşklara

RESİM: EFLATUN ACAROĞLU
DUA
Çoğalt “ben”i
yüreğim
öyle çok
öyle büyük olayım ki
tüm bıçaklar
kurşunlar
sadece “bana”
saplansın
tüm hapishaneler
sadece “ben”le
dolsun
öyle çok
öyle büyük olayım ki
tüm yıldırımlar
“bana” düşsün
depremler seller
sadece “ben”i
yok etsin
öyle çok
öyle büyük olayım ki
tüm acılar
“ben” de toplansın
sevgilim
lütfen
ne olur
“ben”den başka
hiç kimsenin
hiçbir yerine
bir ince
kıymık batmasın

GİDİŞİN
bir gün çekip gitsen
nedenli
nedensiz
ve alıp yüreğini
kaçsan
bana uzak
bana yaban
sana yakın yerlere
döndüğünde
hiçbir şey
bıraktığın gibi olmayacak
kafeste kuşun
sokakta yem verdiğin
kedin
başını okşadığın
komşunun afacanı
‘menekşe’ nin
yeni
tomurcukları
seni tanımayacak
ellerin
dudağımı
gözlerin yüreğimi
kokun
tenimi
eskisi gibi
yakmayacak
bir gün
çekip gidersen
eğer
döndüğünde
hiçbir şey
bıraktığın gibi
kalmayacak

Resim Eflatun ACAROĞLU
GÜNE-EŞ
gözleri maviye bakan
elleri ince
ah o serencam
bir aydınlık gölge düşer
ardıma
sır değil
apaçık ortada gülücüklerim
sade bir sabun kokusu
limon kolonyası
ve duman tütünü getir
bana
bu parmaklar
etten sözden
aşermiş bir erkek gördüm
düşümde
bıyıklarını buran bir kadın
parmağı tetikte
bir bebek
gizlice
sanki çoğalıverdik
erkekte kadında
bebekte
cömert bir tebessüm
düşer yüreğime
cömert bir koku
sakın bir şey verme bana
vaat etme
şuramda
ince bir yol sana akar
sen ört bana çıkan tüm kapıları
umutlanma
acıya sevince
çenesi dağıtılmış
bir erkek yatar
kolumda
kim bilir kaçıncı kez
ayakları sürütülerek getirilen
liseli bir çocuk
tırnaklarına kan oturmuş
bir adam
ve her yanımdan akan
can acıları
sadece renkli odaları
aydınlatmıyor elektrik
et kokuları ve karanlık
dinamo kolu
birbirine bağlanmış kurdele
teller
kastanyet çeneler
sen kırmızıyı seversin
ben de
hele bir de
öpmeyi

GÜNEŞİ KİMLER BAKLER
Ölgün düşlerimize
Bir damla güneş
Hoyrat bir çağlayan
Avuçlarımızda
Bir alev güneş sızar
Karanlıklar içinden
Hüzün ağları serpilir
Omuzlarımıza
Bir ‘ney’in çığlığında oynayan
Yıldız
Gamzene düşen akşam güneşinde
Seni anlatır
Seni tanımayan çocuklar büyüdü
Kollarımda
Düşlerinden içirdim birer bardak
Yokluğunda göbeklerini kestim
Seni verdiler bana
-Kundaksız çocuklar seni anlatır-
Orada çıplak bir bebek düşer
Kucağıma
Islak göbeğinden
Senin kokunu duyarım
Renkli isimler uçuşur gözlerimde
Söğüt yaprakları sererim
Her ismin ayak ucuna
-İsimsiz çocuklar sessiz öpüşlerde seni anlatır-
Başucumuzda
Sevgisiz sevişmeler oynaşır
Beyaz çarşaf sererim üzerlerine
Bir bebek bilgeliğine sarılır düşlerim
-Bir mevsim öğle sonrası yağmuru seni anlatır-
Zamana halkalı uykular
Zil sesleri alır götürür seni
Yüreğini düşüme katıp
Beklerim sabahı
Pencerende yanıp sönen ışık
Kül rengi karanlığa
Yakamoz kuşağı katar
Uzanır kumsalda dalga sesine
Susmanın ağır sancısı
-Sahili yıkayan dalga sesi seni anlatır-
Güneş
Altımızdan
Beyaz çarşafı çekmeye hazırlanır
Tut gözlerimi düşlerinle
-Kutsanmış us atımları bizi anlatır-
Son kez dudaklarını öper gözlerim
Yüzüme bir avuç güneş serpmeden
Okyanus gözlerine
Işık ağları sererim.

KOYNUNDA GECE
Ellerine ektim çocukluğumu
Parmaklarında
Ekşimiş ter kokuları
Bayram yeri tarlanda gece
Öpülesi düşler
Karanlık korkularda
Neyi arar tenin
Sır aydınlıkta
Bu gece
Alıcı kör köstebekler
Bayramlık sevinçlerinde
Hangi yıldırımlar düşmeli
Tohumu patlatmaya
Yağmuru muştuya
Renk alsın çocukluğum
Bir çal
Lirinden neyinden
Şavkı vursun bahçene
Yağsın güneşin
Gündüzün
Koynunda gece
Avuçlarında
Matem soluğu esmede

ŞU
-LEYLİ-
NAR
Yağmur idik kar olduk
Eridik buhar olduk
Pervane kanadında çiğ idik
Döndükçe haydar olduk
Tende
Can acısına yağdık her dem
En yücesine çıkıp nefesin
Alevine dar olduk
Şu-yedi tepenin sırrında
Maşuk-u serdar olduk
Dost asasın çırağında
Seyr-i fenada bihalk olduk
Alemin ateş-i narında
Derman-ı hak bulduk

RESİM EFLATUN ACAROĞLU
DAĞ SUSTU
çelik bir tarlaydı
ellerdeki
ucunda sen
arpacığın başağı
karaydı isten dumandan
kustu parmaktaki inat
halka
yiv setten başı dönen
kararlı bilyeler
koştular kustular
önce ben düştüm
sonra sen
uludağın karları
kızıl çiçek açtı
kırmızıya boyandı toprak
uludu yer gök
uludu it
kararlı bilyeler
yağdı ha yağdı
sıcağından
dağ buz eridi
can acısı
lav kusturdu dağa
çiçekler soldu
dağın acısına
küçücük bir kar tanesi
düştü
dağın zirvesine
oradan çiçeğin yaprağına
ardından
gül dudağına

RESİM: EFLATUN ACAROĞLU
RENK PAZARI
Boyacılar
Kurdular pazarlarını
Kalpazan toprak
Yine filizledi
Gülü, karanfili, hanımelini
Satın aldı ağızlar
Rengi kokuyu tadı
Ve de en yeni
Sözleri
Tanrıların en tanrısı
İyilerin en doğrusu
Anlatıların en duyuluru
Sevilenin en tapılanı
Ve “en” in en büyüğü
En den
En gerçekler
En yeni sözler döküldü
Ağızlardan
Boyanarak
Boya pazarından
Kalpazan topraktan
En yeninin
En yenisinden
İnsanla doldu renk pazarı
Taştı
İnsanlardan
Tezgah çaktılar
Satan satılan
Alan
Birbirine karıştı
Pazarcılar pazarında satış
Hızlandı
İnsanlar
Oradan buraya
Buradan oraya
Koştular umarsız
Sattılar aldılar
Satıldılar
İnsanlar basıldı
Pazar içinde
Fırınlar dükkanlar
Bodrum katları
Yeni sözler
Eski sevişmeler
Ve yeni seksler bastılar
Bağırmasız
Sözlük-süzlük
Resim-resim
Fısıltılar
Sevgililer bastılar
Boyacının renklerinden
Sevgililer bastılar
Kalpazanın kokulu çiçeklerinden
Sevgililer bastılar
En yeni sözlerden
Ter yataklarında
Yoğurdular sevgiyi
Sessiz ıssı bağırmasız
Hiç bağırmasız
Bir ressam
İnsan pazarında
Cebinden çıkardığı bir avuç insanı
İnsan almak için
İnsana verdi
Ardından bir şair geldi
Yazar, uzman, bilim adamı
Ve avam
Verip aldılar
Aldılar aldılar da verdiler
Bir çocuk insan
Hani “O”
İnsandan olma minik insan
“yok” olası
O’da geldi oraya
Geldi
Geldi de çıkamadı oradan
Savaş alanı oldu insan pazarı
Gördü çoğun
“yok” olası gördü
çoğun hepsini
Döndü her bir ne varsa
O’nun üzerine
O’nun üzerindeydi artık savaş
Pazarı da kurdular
Üzerine
Ne ellerini
Ne de gözlerini kaldırabildi
Karşı koymaya
Durdu
Her şeyiyle durdu
“An” kapsında
Durdu da
Geçemedi
Aynı savaş dedi
Aynı Pazar
Buradan
Ter yatağına
Sıçrayan savaş
Oradan
Rahimlere kurulan Pazar
Bağırmalı
Parça parça
Paralanış
Bunun için
Bu Pazar içinde
Savaş için doğuş
O düşündükçe
Satış sürdü
Hızlandı da sürdü
Tezgahlara baktı
İnsanların
İnsan sattıkları
İnsandan tezgahlara
Baktı
Boş bulduğu
Gök maviliğe
Baktı da
Baş kalırdı
Duymaya
Görmeye “dem”
Ne varsa kendinde
Ve
Duyuramasa da hiç kimseye
Bağırdı
Canının acısını
Neredesiniz sizler
Gelin
Tenini günle
“Dost” ışığıyla sulayanlar
Yunusça, Nazımca, Mansurca
Gelin
Gelin de
“Tas tas güneş dökün”
üzerime

RESİM: EFLATUN ACAROĞLU
SEN-BEN
beni yasaklayan küsmeleri
sevmiyorum
beni “ben” yapan bakışlarını
sevmiyorum
kokunu “sen” sanışını
sevmiyorum
dişiliğinde “erk-ek” leşmeyi
sevmiyorum
gözlerini dudaklarını ellerini
sevmiyorum
sende olup ta “benim” dediklerini
sevmiyorum
“ben” “sen” i
sevmiyorum
ama “sen” de
çok
seviyorum

RESİM:EFLATUN ACAROĞLU
TEN YARASI
çıkarabilsem
yüreğindeki
acıyı
üzerinde
ıslandıkça
ağırlaşan
kayanın altından
çekip alabilsem
seni
“git buradan”
desem
her yer sana
“burası”
“gel buraya”
desem
her yanım
ten yarası

RESİM:EFLATUN ACAROĞLU
TENDE GECE
bir aşerişi sevda yaşarım
bu elde
yükünü almış bir damla
dudağını ıslatır toprağın
yok luk
bir duvar örer gökyüzüne
uçuşur orada
dalgalı
ağır kanatlı
gölgeler
gündüz yarasalarının
uğultulu çığlıkları sızar
duvarın gözlerinden
kutsanmış ten işçilerinin
ter kokularına boğulur
kulaklarım
duyamaz olurum
diri yıkayıcıların sürdükleri
yılan yağı kremlerini
yağmur
yükünü almış
bir damla ışıkla
yağar düşüme
gecikmiş bir çocuk
ıslak toprak serper üzerime
*dudağının sağ altında*
bir uçuk çıkar toprağın
oradan öperim
bir yalım ağıt düşer içime
geceye gök-yüzünün
alev saçlarını çözerim

RESİM: EFLATUN ACAROĞLU
YALIM
Tenime ten
Kırmızı gömleğim
Ne zaman sarsan bedenimi
Dışarıda siren sesleri
Ağızları salyalı
Ulumacılar
An divanına din
Kırmızı arabam
Ne zaman birlikte
Çıksak yola
Ardımda
“-kal” çığlıkları
“Yar” döşeğinde
Kırmızı alkım
Ne zaman deyse tenim
Tek renkli alkıma
Sahte bir ressamın
Kahpe boyaları
“yok”luk makamında
“yalım” bir damla
aşkım
Ne zaman kopsa yerinden
Düştüğü yer
Can pazarı

YOKLUK
Küçük bir balık
Yüzme öğrenir içimde
Denize giden yolu sorar
Denizde
Ölümü arayan bir dokunuş
Sarsar bedenimi
“an’la özdeş ölümü”
Aranan “bir” de “yok”luk mu
Gel
“yok” olalım “bir”likte
Yaşayarak ölmenin
Doruğuna çıkalım gel
Orada ölmek
Bütüne karılmaksa
Eğer
Bozalım bu şiirin ritmini de
Aksın
Dereler ırmaklar nehirler
“Yok” olsun içimizde
Küçük balık
Yüzmeyi öğrensin “yok” luk
Denizimizde.
(SAFFET'İN ANISINA)
YUNDUM
Saf-etler doldurdum
Küp-lerime kapaksız
Bir “ten işçisinin”
Maskesini çaldım
Takıp
Yosun yataklar açtım
Yüzlerin yansısıyla buğulu
Bir “ten satıcısı”
Maskesiyle
Buhur tütsülü gecelerde
Boynu vurulmuş sevdalar
İçtim
Sappho’nun maskesiyle
Zevk acısını çektim
Aştım
Bir şair maskesiyle
Sofralara kuruldum
Tıkındım
Tıkandım
Sinsice ve ustaca
Öpülen düşlerimi
-ten-imi
“an” oldu
Kırk tas ay ışığıyla
Yudum.

SIR-TEN
Tek’in delisi
Azalın diyordu
Azalın!
Tekliğe kadar azalın
Korkmadan
Amipler gibi çoğalmadan
Ki
Çoğalan “Aşk” olsun
Ve gelişin
Yağmur damlaları gibi değil
Bir damlada
Binlerce yağmur koksun
İster semerine güzel desinler
İster gözlerine
Güzel olan
Tek
Gelişin olsun
O kadar yağmur damlası
Küçücük bir damlaya sığıp
Nasıl düşerse yere
Aynı çokluğun
Tek’liği gibi
Yağansın yüreğime
Ey Ten,
Aynanın sırı kalkmadan
Kendini görebilir mi Can
Ya-Hu
Hüner camda mı,
Camı ayna yapan sırında mı
Görende mi
Görülende mi
Görmek istediğimiz
Görülende karşılaştığımızla
Aynıysa;
Gören mi yanar
Görülen mi
Ayna mı kırılır
Ten’mi

ÖĞRENCİ(M)
sırtında taşıdığın yağmurunla
sökük eldivenlerinden
parmak uçlarındaki kızarıklığı
gevrek pembe dudaklarınla
ısıtıncaya
ayakkabılarından
çorabına tırmanan
rengârenk çamurlar
teninin sıcaklığıyla
kuruyuncaya
düşlediğin tek “yol”un
ulaşmak istediğin tek “hedef”in
sayısız seçenekten
sadece bir tanesi olduğunu
anlayıncaya
“bugün”ün “dün”den farksız
“yarın”ın ise
“bugün”ün devamı olmayabileceğini
kavrayıncaya
bundan sonra yaşayacaklarının
şu ana kadar yaşadıklarından
farksız olduğunu
yaşamı değişik ve oylumlu gösterenin
-aslında-
betim ayrıntıları olabileceğini
öğreninceye
bildiğimi zannettiklerinin
bana ait olmadığını
sende açığa çıkanlar olduğunu
ve bu taşımanın
içinde “çıkar” olmayan
tek ilişki olduğunu
“değer” dediklerinin
sendekilerle anlam kazandığını
sezinceye kadar
sınıfındayım

ÇINAR YANIYOR
canım,
“-efendim”
döşümde bir direk
belimde tel örgü
ardında gül
telin dikenleri
yüzümü kanatıyor
gülün dikenleri
elime batıyor
döşüm donuyor
yüzüm yanıyor
elim kanıyor
canım,
“-efendim”
annesine ihanet etmiş
bir çocuk
kirli suratlı pasaklı
kapıyı çalıyor
“-al beni içeri”
umacılar
kapıyı bekliyor
çocuk üşüyor
kirli tırnakları
çamura batıyor
toprak çürüyor
elim kanıyor
yüzüm yanıyor
döşüm donuyor
canım,
“-efendim”
çatıda kül yalazı
yıldız yalımı
bodrumda dinamo kolu
tuz tarlası
içimde zangoç darbesi
çan sireni
misketler patlıyor
çocuklar ölüyor
toprak ağlıyor
köpekler uluyor
genzime kan doluyor
yıldız damlıyor
kül yanıyor
et kokuyor
tuz çürüyor
canım,
“-efendim”
sıra sıra bebekler
kurşunlanan çiçekler
bulanık denizler
bilinmeyen şehirler
viran kent sokaklarında
sığınacak yer arayan
kadınlar
kat kat evler
bahçe makaslı berberler
caddelerde kabaran su
sokakta yüzen çınar
gövdesine sarılmış
korkak bir çocuk
bebekler düşüyor
çiçekler yarılıyor
kirli denizler
şehirleri yıkıyor
duvarlar çöküyor
kadınlar ölüyor
üç buçuk renkli saç
çınarı yakıyor
canım,
“-efendim”
nil’de oturan
yaşlı bir kadın
yosun duvarlı
timsah yuvaları
kıyısı yalım bir çöl
kuma gömülü
sümüklü timsah yumurtaları
yaşlı, örs oluyor
timsah, çekiç
yuva, üzengi
vuruyor nilin dalgası
yalım çöle
uzanırken
kıvrım kıvrım
yumurtanın zarında
nil gibi kururken damarlar
çatlıyor kabuğu
kudüm sesi oluyor uzak çölde
canım,
“-efendim”
siyah elbiseli
nazi bakışlı
karınca sürüleri
ana kraliçeye
et taşıyor
çocuk eti
kadın saçı
timsah derisi
nil çamuru
yuva doluyor
kraliçe kaçıyor
karıncalar boğuluyor
resimler yüzüyor
bitmişi
fırçada birikmişi
kimsenin zevk almadığı
su görüntüleri
kimsenin bakmadığı
denizler
su kırılıyor
resimler boğuluyor
karınca yuvaları
yumurta kabukları
nile karışıyor
canım,
“-efendim”
istanbul üzerinde uçuyorum
mum damlıyor kanatlarımdan
mumdan mahalle sokak
ev oluyor
kızıl bir karanfil açıyor
mumlar arasından
diğer tarafta iki gül
biri gonca
aralarından uçuyorum
direğe çarpıyor döşüm
kızıl karanfilin saçları
gülün dikenlerine takılıyor
gonca
tellere tutunuyor
karanfilin kızıl saçları
semaha karışıyor
gül uçuyor
karanfil coşuyor
tel yanıyor
gonca dönüyor
canım,
“-efendim”
önceden saptanmış
bir çukur
seçilmiş kürekçiler
toprak atıyor
genzimde
toprak kokusu
kürek dolusu
yağıyor üzerime
ümit planları
benim için
senin için
onun için
yapılmış ümitli planlar
"gözdemsin" diyor bir ses
"en gözdem
en güzidemsin"
bu çatışmada
iyiden güzelden
ve ana rahminden
vazgeçmeyen biri
var mı
iyi yanıyor
güzel sönüyor
ve rahimlerde
bebekler Kuruyor
canım,
“-efendim”
bu kaos içinde
yalana riyaya
adam almaya satmaya
seçilmişlerin ve
biçilmişlerin izniyle
en manzum küfürlere
bezenmişken
kim “gözdemsin” der bana
“tüm zevkleri
yüreğine koydum
yangıyı yanılgıyı
acıyı”
“gideceğin yerlerden
yürek ateşinin
en üst deminden
haberim vardı”
“müthişi
basitte gör istedim”
saçma
dedim uydurma bunlar
“şu an sarmalandığın çarşafla
dün terini ben sildim
sobanı ben yaktım
suyun oldum
ekmeğin katığın
ama
yüreğini delen kurşun da
bendim”
saçma
dedim uydurma bunlar
canım,
“-efendim”
sustur şu sesi
canım yanıyor
canım yanıyor
“anlamadığın sürece
karanfilim yine
gül’üm
goncayım
yüzünü yırtan diken
etine saplanan mermiyim”
“neden böyle olduğunu
neden burada
ve her yerde olduğunu
anlamadığın sürece
aratacağım sana”
yalan
saçmalık bunlar
halüsinasyon rüya
düş aynamdan
bırak beni git
canım acıyor
canım yanıyor
“üç gün öncesinden
adapazarı’nı
yedi gün öncesinden
filipinler’i
göstermedim mi sana”
“oysa ana rahmindeyken de
fısıldamıştım kulağına
fırat’la nil arası
orta kulakla yüreğin
mesafesi kadar
üçle yediyi gör
ya topla ya çıkar”
sus artık
çarşafı yak
sobayı söndür
suyumu kes
ekmeğimi köpeklere ver
yaratılmışları ve yaratılacakları
al bahçene
onlarla oyna
ödülü de onlara ver
gözdeliği de
sende olan ne varsa
onların olsun
vereceksen eğer
beni al
kendinde
yok et kül et
ya da
bırak çukurumda beni
canım,
“-efendim”
tepeme dikili
soğuk bir direk
tel örgüyle çevrili
küçük bir bahçe
güller karanfiller
altı toprak
yedi çınar tahtası
üzerimde terim kurumuş
üç düğümlü çarşaf
içinde ben
canım,
“-efendim”
üşüyorum
canım,
“-efendim”
üşüyorum
canım,
“-sarıl bana
ben sen’im.”

TELDE KELEBEK TOZLARI
küçücük
toz zerreleri uçuşur
telleri fark etmeyip
çarpan kelebekten
kanatlarından
yontulu mermerler düşüyor
isimsiz yıkılmalara ad
çakılıyor her biri
duyuyor bir bir tenim
bağırmalara
acı çığlıklara tanık oluyor gözlerim
“toz” diye bağırıyorum
kelebeğin fosforlu sırrı onlar
çığlıklar yükseliyor
“çekin şunu tepemizden”
kanatlarını çırpıyor kelebek
ağır çekim bir film
güm güm
altındaki telaşa
o da telaşlanıyor
ses ve panik helezonları
ritmini bozuyor kanatlarının
kanat uçlarından
bedenine yayılıyor acı
ortalık fosfor tozu
sırrı üç günlük özgür
kanatlarının
yayılıyor yere göğe
yayılıyor dibe derine
her ne ki “var”
toza boğuluyor
kelebek tele dolanıyor
bileklerini kesen tele
parmağını boğan
bedeninin en mahrem
en ince yerlerine
ustaca konuşlandırılan
tele dolanıyor
tel yanıyor
toz yanıyor
sır yanıyor
bir ince et kokusu
genizlerde
can yanıyor
bir el kocaman
çıkıp yüreğinin en dokunulmaz
en sırça köşesinden
çekip çıkarıveriyor
“an” bahçesine
“an” bahçesine
külü yağıyor
yaşanamamış öpüşlerin
kavruk dudak derilerinin
külü yağıyor
okşanamamış
bir bebek saçının her telinin
külü yağıyor
hiç yaşanamamış aşkların
koparılmış sayfalarının,
bir bir takılıyorlar
“an” bahçesinin
gül dikenlerine
kitaplar
kalını incesi
cildi dağılmışı yırtılmışı
yakılmışı
derlenmişi toplanmışı
sonra senin verdiğin
okunmamış
okunamadan yırtılmış olanı
cilt kapağı tutkala yenilip
alıveriyor eski halini
kapağın üzerinde
kara el izleri
hani bir de açmasan içini
sanki yepyeni
tavşan(ım)
hani o ilk ölen
kedinin kulaklarından tutup
sürükleye sürükleye
götürmeye çalıştığı
siyah olanı
kulaklarının dibindeydi yarası
can mı dayanırdı o yaraya
yürek yanmaz mıydı
banyoya bulanan
al kızıl kana
tamponlar sargılar
ve sabaha kadar
acı öpüşler
can çekişler
tavşan(ım)ın
kaskatı bedenine doğan
günün ilk güneşi
kitabını koydum yerine
hepsi birden
nişan almış
birer namlu keskinliğiyle
gözlüyorlardı odayı
kayıtçı birer
sorguç gözlem kararlılığı
beni-seni
olmadığın geceleri
gündüzleri
sevgiye ayarlı
dizeler geçiyor gözlerimden
acı ağdaları
dokunana bulaşan
bulaştıkça
bulaştığı yerden
cılız tüyler yerine
can-teni koparmanın
ağır sancısı
sevgiye ayarlı sözler
kimden
herkes olmamak adına
türetilen
söz dize oyunları
farklı olma savaşı
o olmamak adına
yatak odalarında
marka yerine ödenen
“sözlük sevgileri”
hanede viranede
“dost” ateşi yerine
puşt çıkarı besleniyor
ha bire
bir şeyler eksiliyor “çok” tan
“yok”
içine alıyor
her ne “var”sa
“yok” ta
çoğalmak ne güzel
“çok”ta
“yok” olmanın
adıyla
ya sende eksilmem
işte bu acıtıyor her yanımı
sende “sen” olmanın tadıyla
“yok” olmuşken
ne alakası var
“eşek masalları”na bulaşmanın
taşınamaz yüklere talip olmanın
telaşı
banyodan kanalizasyona karışan
aşksız “yok” oluşların
kirli suyunu
tavşan(ım)ın
al kızıl kanına karıştırmama
telaşı
ne zaman öğrenilir
gözle, yürekle
tenle konuşmak
bu karanlık oda
düğmesine dokunmadan
ne zaman aydınlanır
-“sen” den bana eklenen
bir şeyler
dönenir içimde-
içimde bir yerlerde
hiç dinmeyen
hoyratlık
kendime benzetilmeklerimde
çalınıp-çırpılıp götürülen
bir şeyler akıyor
parmaklarımdan
oysa
dudaklarda kalan
bir tatlı dem sade
dost aleviyle yandıkça
coşan
konuştukça ibadet mevsimi
yaratan
tenimizin en yalın sözcükleri
-aşkın terleri-
ki
ateşten potasında
can-kuşum
susmasın diye
direniyorum
yüreğimin her deminde
incelen söz pınarından
alıp can-acımı
yaslanıyorsam
düşlerinin zirvesindeki
ıssız gül bahçesine
güneş çiçekleri
her yanı
kasımpatılarıyla bezesin
ve söğüt dallarında
iğde kokuları
ve kayısılar kızılcıklar
zamanın her köşesinde
çocuk gülüşlerine dönsün
adı
sevi-cem olsun
doğacak çocuğun
diyorsam
bil ki bir nedeni var
çünkü
can tenine
emekle dokunuşla
nakışlanırsa sevgi
tüm çocuklar
karanlıklar içinden
gülücüklerle açarlar
ki umutla bezenir
yüreğimizin düşleri
işte o zaman
fıkır fıkır bir dost yüreğiyle
tenini aşar düşlerim
ve
hoyrat bir aşk yumağından
alır götürür
beni dokuyan sıcaklığına
ya nasıl anlatılır
konmamış isimler çocuklara
can-acısı nasıl anlatılır
oysa acıyı
ten dilinden tanımak
ne güzel
ne güzel şey
güneşe varana kadar
yüzümüzü
dost ışığıyla yıkamak
isimsiz bardaklardan
yürek atımlarını içmek
ne güzel
ne güzel şey
tende
bir damla terle
bütüne karılmak
tariflere
imgelere isimlere
sığamamak
ne güzel
ne güzel şey
sıcaklığının
nakış nakış “ben”i dokuması
tamamlaması
acı öpüşler
kemiriyor bedenimi
elleriyle
korkuları kadar
kara yürekler
dolaşıyor çevremde
can-adlarına
başka adlar arayanlar
çımacı kamaralarında
korkak çocuklar doğuruyorlar
ha bire
ekşimiş
ter kokuları sızıyor
tenlerden
sokaklara
gözlerinin çevresinde
siyah girdaplar
insan gülüşlü cellatların
her girdabın içinde
çırılçıplak
terkedilmiş
çocuk çığlıkları
hoyrat bir çağlayan gibi
akmalı yürekler
isimsiz çocuklar
yürek gürültünü duymalı
gelecekse aşk
bakışların gibi gelmeli
acı fırtınalara
yürek açılsa da
ürkek öpüşler acıtmamalı
canları
her öpüş
koyu bir irin boşaltmamalı
yüreklerden
tenlere takılan isimler
geri verilmeli sahiplerine
odaya çöken ağır karanlık
ve yolunu kaybetmiş
bir kelebeğin
duvara vuran
cilveli gölgesi
ne zaman aydınlanır
düğmesine dokunmadan
bu karanlık oda
göz teni görmüyor odada
ardından
bir savaş
korku
tavşan(ım)ın kanı akıyor
güneşsiz duvarlardan
pelte pelte üzerime devriliyor
karanlık
kitaplardan
bir gürültü yükseliyor
ıslak güneşsiz duvarlara çarpıp
vıcık vıcık bir telaş kaplıyor her yanı
gelme vaktin
akıp gidiyor hızla
bir kalkabilsem yerimden
kapıya bir uzanabilsem
ten ışığınla dolsa içerisi
kapının ardında “sen” varsın
yokluğunda
can-kuşların
can verdiler
birer birer
ne kelebek tozunu
ne de tavşanın
boyun yarasını gördüler
seni sordular
acılarına
kızılay bulvarı’nda
kordonboyu’ nda
kömür tozlu sokaklarda
altıparmak’ta
beyoğlu caddelerinde
istiklal’de
okulumun hemen alt sokağında
yürüyorsun
kucağında kitapların
yanı başında
solgun bir ten-verici silueti
isimler uçuşuyor kaldırımlarda
isimsiz bir ten-satıcı takılıyor peşine
ten-alıcılar dudak ıslatıyor
ürkek adımlı telaşına
dibine kadar sokulan tinerciye
dirsek vuruyor ten-alıcı
kaçıyorsun
belli etmeden kıvrak telaşlı
çiçek pasajı’nda buluyorsun kendini
entel() masalarının arasından
balçık çamuruna batmış
siyatikli bir hasta gibi süzülüyorsun
deymeyin
çıkış kapısı nerede
sakallı bir entel()
dudak titretiyor
permalı
sakallının piposuna
takla attırıyor parmaklarında
“her köye bir piyano…”
sakallı
bira bardağını masaya vuruyor
karides tıkıştırıyor ağzına
konuştukça masaya yağıyor
karidesin yutulamamışları
“köy muhtarları
aydın olacak kardeşim…”
“işin ne
köyü cazip hale getirecen
şehre kaçırmayacan milleti…”
“koçum… doldur şu bardağı
hadi aslanım….”
Kemerini bir delik gevşetiyor
“ver şu pipomu kız…”
yakmaya çalışıyor
“ bir de o oyunu…
taşraya taşımalı
köylere…”
kafasını kaldırıyor
masaların arasında
akordeon çalan kadını arıyor
“huu madam
bitmedi mi oradaki fasıl
heey kemancı
kardeş sen bari uzanıver buraya”
kemanı ve ezberiyle
kendinden emin
ilişiveriyor masanın köşesine
başını sallayarak
ağdalı yorum dizeleriyle
kemanın en üst perde tınısına
eşlik ediyor masa
arada beleşçi yan masaya
bahşiş verirler mi kaygısıyla
göz atıp gülücük dağıtıyor kemancı
coştukça coşuyor masa
bir de yan masa
permalı
çaktırmadan
pedini düzeltmeye çalışıyor
garson
keman çubuğundan sakınıyor
iki at kuyruğu kılı
keman çubuğundan
kurtulmaya çalışıyor
sakallının
elini hissediyorsun kolunda
“bacım dikilme öyle
otur şuraya”
duyamadığın
bir mırıldanma dökülüyor
dudaklarından
kapıyı arıyorsun
hızla süzülüyorsun
masa aralarından
insanlar birbirine sürtünüyor
bazen balerin gibi
parmaklarının üzerine yükselerek
ilerliyorsun deymemek için
turistler
boyunlarında pasaport para
çantaları
ellerinde kocaman bardaklar
akordeoncu teyze aralarında
halay çekiyorlar
bardakları sallandıkça
üzerlerine yere bira yağıyor
terden biradan koltuklarındaki
bacaklarındaki sarı tüyler
tenlerine yapışmış
bir ağızdan
sözsüz bağırmalarla
akordeoncuya eşlik ediyorlar
balık pazarındaki satıcıların
sesi geliyor derinden
o tarafa yürüyorsun
çıkışa
bardaklar boşalıyor
köşede bir tartışma
yolunu şaşırmış bir şarapçı
göz göze gelmeye çalışan
iki aşık
takım elbiseli kravatlı
gül satıcısı
kavanozlu cevizci
kaytan bıyıklı tombalacı
çaktırmadan
parmağındakini
masanın altına süren
kadın
elini masaya vurarak
ağlayan adamı
dinliyor görünen
bir çocuk
“annen
annen hiç duymadı beni
evlat”
hızla boşalıyor bardaklar
hepsini sen içiyorsun sanki
boş bir masa
tam oturacakken
kapıyı görüyorsun
hızla atılıyorsun
ayakta vakur birasını yudumlayan
askılı pantolonlu adama çarpıyorsun
bardak düşüyor elinden
kabahat yapmışlığın telaşıyla
eğilip kırık camları topluyorsunuz yerden
cam parçalarını
boş masaya koyuyorsunuz
adam sana
teselli sözcükleriyle mırıldanıyor
“yazarım ben
öğlesine uğramıştım buraya
sıkma canını”
diğer elinle
kucağındaki kitapları
düşürmemeye çalışıyorsun
yazarın her eğilip kalkışında
bakışlarının tenine değdiğini
tenine yazılar yazdığını hissediyorsun
bir alev sıcaklık sızıyor bedenine
elinin tersiyle ağzını silerken
parmağıyla gözlüğünü düzeltiyor
mırıldanıyor
gözlerinde canlı tutmaya çalıştığı
feriyle
“tesadüf değil bu
sen geldin
hani kanatların…”
“ne kanatları
onlar can-kuşlarımla gitti”
diyorsun içinden
kucağındaki kitaplara uzanıyor
“benim-
baksana benim kitabım bu”
gözleri
gözlüğünden çıkacak dışarı
“tesadüf değil dedim sana
kitabım ve sen…”
şaşkın izliyorsun yazarı
kitapla birlikte
elini tutuyor
cam kırıklarını toplarken
tenini yaktığı
bakışları hissediyorsun ellerinde
ritmik bir telaş yazarda
zaman kazanmaya çalışıyor
gözlüğünü çıkarıyor
pipo gibi ağzına götürüyor
gözlük dudaklarında
gömlek cebinden kalem çıkarıyor
gözlük kalem kitap
ve elin
bir şeyler söylüyor
işitiyor ama duyamıyorsun
elini dirseğine götürüyor
“haydi çıkalım buradan”
”haydi” ne
nereye
bir tek “can”
“haydi” derdi oysa
“ne kelebeğin kanat tozlarını
ne tavşanın ense yarasını
ne de can-kuşların
toplu ölümünü
yaşamadın sen…
can’ım neredesin”
üzerine devriliyor arkandaki uğultu
akortsuz keman gıcırtıları
köşede kavga sesleri
tıkıyor kulaklarını
“yenikapı’ya gidelim
güzel bir balık lokantası var
arkadaşların”
gözlüğünü takıyor
kalemi cebine sokuşturup
kolunu çekiştiriyor
“istersen
sarıyer’de rasim usta var
sanatçı dostlar gelir oraya
kalacak yerin yoksa
kurtuluşta evim var
eve çıkarız
dur ya adın ne senin”
çiğ bir tebessümle bakıyorsun
“benim adım…
doğru ya
bir adım olmalı benim
ama ne o “ad” ben’im
ne de ben o ten’im”
diyorsun içinden
“bırak gideyim” diyorsun
sesin titriyor
boğazın acıyor
üşüyorsun
herkes sana bakıyor
bira bardakları üzerine boşalıyor
başın dönüyor
kararlı bir sesle
“gitmem gerek” diyorsun
yazarın ellerini
ayırıyorsun kolundan
hızla çıkıyorsun oradan
arkandan çaresiz bir hamle
“kalsaydın…
hiç olmazsa
döktüğün biramı ısmarlardın”
alışılmış sövmeler
oynatıyor dudaklarını
kucağındaki kitabın
göğsüne deydiğini hissediyorsun
eli sanki kitabın üzerinde
elleri teninde geziniyor
yüzün ısınıyor
canlanıyor sanki kitap
atmaya çalışıyorsun
kalabalık
alıp verirler
diye korkuyorsun
kitabı sinirle
kolunla vücudun arasında
sıkıştırıyorsun
göğsün terliyor
ince gömleğinden sızan ter
kitabı ıslatıyor
boğuyor yazarını
boğuyor yaşanmadan
yazılanları
boğuyor sadece yazmak için
yaşanılanları
kitap eriyor teninle kolun arasında
yalınayak
mendilci bir kız çocuğu
yavaşlatıyor adımlarını
“evimiz yandı be abla…”
bir kapkaççı
seninle aynı ritimde yürüyor
açığını kolluyor kurnazca
ten satıcılar
ten alıcılar
ve ten vericiler
aynı yerlerinde
tinerci çocuklar
kararmış üstüpülerini emiyorlar
övünç kaynağı
gazete bulmacaları çözer gibi izlenen
aç aslanın ceylan sürüsünü
avlama belgeselleri
ve sote yatışları
ceylanlar
gibi ürkek
“iyi aile bireyleri”
toplu veya tek tek
başları önde gözleri sotelerde
bir an önce
evlerine ulaşmaya çalışıyorlar
sana çarparak
bir polis sireni
kız kaçıyor
tombalacılar
torbalarını gömleklerine sokuşturuyor
jartiyerli bir ten işçisi
beklediği kapıdan içeri dalıyor
epilasyon sakallı
narin ayakkabılarında
kocaman ayaklarıyla
bir gurup eş-ten-işçisi
mis sokak’tan
tarlabaşı’na koşuyor
birinin
ayakkabısının topuğu kırılıyor
polis arabası
önlerini kesiyor
diğer ekip
arkadan sıkıştırıyor
kalın bağırmalar
ince siren sesine karışıyor
kulak zarın acıyor
hızlanıyor adımların
muhallebicide
üniversiteli gençler
yine tavuk göğsü yiyor
yan vitrininin altında
demirden ızgarasında
yakası mendilli
liseli bir çocuk yatıyor
karşısında
olgunlaşma galerisi
kitap sergisi var yine
kırışıp eskimiş
“kitap imzalama günleri” pankartı
içeride alıcı özlemiyle bekleyen
daha yırtılmamış
daha yakılmamış
“korkuları kadar
kara yürekli insanların”
ellerine geçmemiş
yepyeni kitaplar
saat mağazası
yine erken kapatmış
bitişiğinde turist lokantası
tablo gibi vitrini
kokusuyla sıcaklığı
yüzünü yalıyor
tinerci bir çocuğun burnu
camı kirletiyor
adam kovalıyor
dünya ve fitaş
yine alt yazılı film oynatıyor
asma katlı birahane
ve taksim
(üleşme meydanı)
beyoğlu ve taksim
bir bedende
yürek ve bağırsak
iki ayrı iklim
iki ayrı dünya
ışıklar led lambaları
sıraselviler kavşağından
karşıya geçiyorsun
farları açık bir reno
üzerine geliyor
çarpacak
duralıyorsun
kitaplar elinden fırlıyor
firen sesleri
bağırmalar
reno takla atıyor
beyaz reno yanıyor
sadece reno yanıyor
parçaları meydana saçılıyor
insanlara çarpıyor
insanlar devriliyor
insanlar devriliyor
insanlar devriliyor
caddedeki kitapların
her yaprağı
kelebek gibi uçuşuyor
kaldırıma çarptığın dizinden
kanlar akıyor
herkes kaçıyor
ışıklar görünmüyor
ortalık toz
ortalık can pazarı
sular idaresinin ışıklı gazetesi patlıyor
parçaları kurşun gibi
saplanıyor insanlara
hava yolları reklam panosu
katılıyor seremoniye
onun da parçaları kurşun gibi
saplanıyor
ortalık toz
duman
gülle gibi düşüyor kelebek tozları
yıkılan insanların başuçlarına
isimsiz mermerler gibi
çakılıyor her biri
maksim’in önünden
etap’a koşuyorsun
kazancılar yokuşu’nda
kemalle karşılaşıyorsun
can dostum kemalim
babasının evden attığı günü
anlatıyor cansız bedeni
“sen bu eve layık değilsin
defol”
ölü dudaklarından dökülen
yazdığı son mısralar
yankılanıyor
taksim meydanında
“İstanbul soğuk
üşüyorum
iş ver bana patron
donuyorum
çorap ver
çorba ver
allah belanı vermeden
ekmek ver para ver
evim nerede
pastane ızgaraları
izin ver amca
beton soğuk
üşüyorum
evimin yolunu tutuyorum
beyoğlu’ndan
surdibi’ne
yayan”
sen kemali hiç tanımadın
ağzın kuruyor
dizindeki kan çorabına yapışmış
teninden ayrılmıyor
belediye zabıtaları
bir simitçiyi kovalıyor
simit tepsisi havalanıyor
susamlar uçuşuyor
etap kapısında
bir kadının boynuna geçiyor
simitlerden biri
kadın bağırıyor
simitçi
zabıtalara yakalanıyor
bağırıyor
ellerinden kurtuluyor
simitçi
zabıta arabası
panzer gibi lastikleri
peşine takılıyor simitçinin
simitçi düşüyor
küçücük bedeni
koca lastikler altında
kayboluyor
kelebek tozuna boğuluyor ortalık
gümüşsuyu yokuşu’na doğru
koşuyorsun
yaranı acıtıyor çorap
kültür sarayı’nın ışıkları
dizindeki
kuru kanda oynaşıyor
askeri hastane’nin penceresinde
menenjitli bir çocuk
tanıdık bir gülümsemeyle
el sallıyor
dolmabahçe’den esen
boğaz esintisi
dizindeki kanları yumuşatıyor
ve istanbul teknik
özlemin
karşısında “yol” apartmanı
kapısına dayanıyorsun
yedi katlı “yol” un
dokunmadan daha
kapısı açılıyor
okul derslerin uçuşuyor
her basamakta
fiilinden sıfatına
zat’ı şahanelerinden cemine
cemalinden görülene
kemalinden
sır ötesine
en üst kata ulaşıyorsun
kapısında minik bir levha
“haydar”
yazıyor
genelevde aşık olduğu
ten işçisi serap’la evlenmek için
baş ten işçisini yaralayan
liseli haydar
serap açıyor kapıyı
gülüyor
boynuna sarılacaksın neredeyse
elini uzatıyor
yumuşacık elleri
öpüyorsun yüreğinle
bir çift göz
nasıl çizer bu kadar net
insan yüreğini
“elleri korkuları kadar kara insanlar
gelin
yüreklerinizi
ellerinizle kirlenen yüreklerinizi
verin bu ellere
“yok” luğun adıyla korkmadan
ölün birer birer
dudaklarında içmeye özendiği piposuyla
haydar görünüyor kapıda
“gel”
diyor ikisi bir ağızdan
bu güzel tenler
bu can sesleniş
banyodan
ferhan’ın
şımarık bağırmasını duyuyorsun
bu iki tenin
bir damla teri
can-kuşları ferhan
“bitti çıkarın beni banyodan”
uyuşan aklın
yürek atımlarını sıkıştırıyor
ferhan’ı çıkarıp
karga tulumba
atıyorlar seni küvete
sıcacık
deniz fışkırıyor kurnalardan
burada
bu denizde öleyim
“var” bitsin bu küvette
“ben” boğulsun
“yok” luğun adıyla
ferhan gibi
küçücük bornozuma sarınıp
çıkayım buradan
yıkanıyorsun
sakallının dudak ıslatması
kirli kıllı ağdalar gibi
yapışmış gözlerine
permalı
kanlı pedini
boğazına tıkamaya çalışıyor
yazarın gözlerini
temizlemeye çalışıyorsun
bacaklarından
göğüslerindeki kara ellerini
süngerle bastırarak
sökmeye çalışıyorsun
bağırmaları
siren seslerini
susturmak için
kulak zarına kadar sokuyorsun
parmaklarını
tenin yutuyor sabunları
her ne “var”
üşüşüyor banyoya
tavşan(ım) ın can acısı
karışıyor deniz suyu
banyona
savaş yeri banyo
anahtar deliğini
tıkamaya çalışıyorsun
haydar’la serap
açıveriyorlar kapıyı
her şey duruyor
kelebeğin tele takılan kanatları
ten sırrına erişiyor
ilk
koku geliyor burnuna
“bu koku”
diyecek oluyorsun
dilin dönmüyor
ferhan’ ın bornozu
büyük geliyor ten bedenine
sarmalayıp kucaklıyorlar seni
içeride
tozsuz
güneş kanatlı
kelebekler uçuşuyor

BEDEN-İ YÜK
dün gece uyandığımda
yoktun yanımda yine
dün gece uyandığımda
sabah ayazı
yine
köpek ulumasına karıştı
dün gece uyandığımda
okulumu sınıfımı
öğrencilerimi kaybettim
dün gece uyandığımda
kuşlarımı çamur bakışlı
köpeğimi kaybettim
dün gece uyandığımda
çamlık yolunda
terli ellerimizi kaybettim
yokuşta cilveleşen
yağmur damlalarını
gemi salınımında
ürkek gülüşünde
titrek dudaklarında
geri dönülmezliğimizi
tenime tutunamayan
parmak prangamı kaybettim
dün gece uyandığımda
babamı kaybettim
annemi kaybettim
kardeşlerimi kaybettim
dün gece uyandığımda
arkadaşlarımı kaybettim
dün gece uyandığımda
kızımı kaybettim
dün gece uyandığımda
sabah ayazı
yine
köpek ulumasına karıştı
dün gece uyandığımda
düşlerimi
sözcüklerimi kaybettim
ayaklarım üşüyor
çarşaf top olmuş göğsümde
dün gece uyandığımda
yorgan toprak gibi
örtemedi bedenimi
parmaklarım karınca yuvası
bağırsaklarımda sancı
dün gece uyandığımda
bedenimi kaybettim
dün gece uyandığımda
benim sandığım
her şeyimi kaybettim
dün gece uyandığımda
bu geceye nefesimi
taşıyamadım

KUŞATMA AŞKLAR
sanrı siluet
kaptanı çımacı olan
bir teknenin yolcuları
denize ten beden atlayıp
kokuşmuş
sardalye atıklı kamaralarında
umarsız kalınan çocuk ağlamalara
kulakları
yürekleri kadar kapkara korkularıyla
derisi dişlenmiş anlık iniltileri
sessiz çığlıkları
duymadılar
üç tel saç
boyası kurumuş
tahta kalafatları arasından
sergüzeşt deniz atlarına
yetişemedi
kulak dolgusu
berbat sancı irini sözleri
bumerang kıvraklığıyla
çarpacakken ten bedenlerine
üçten kalan
yarım bir saç telinin
can köküne
asılı kaldılar
be hey
günlük aşkları
yarını iğdiş edilmiş
filiz rahimlerde
kanı çekilmiş
korkak çocuk kadavralarını
doğan gagasından
kendine sunulmuş
mey lezzetiyle yüreklere
can sofralarına taşıdığını sanan
budala
daha dün
can sırçalığımda
sarıp sarmalandığın
berbat bakışlı alıcı
akbaba sürülerinin
keskin pençelerinden
çekerken gaflet düşlerini
bugün
dinozor sofralarına düşmeni
"semerli masalı"
ve
"sanı doyumlar"
hatırına
engellemedim

SORGUÇ
“karadağ” nedir
içindeki bilinmezlik
ya “karadağ”dan taşan yalım
korkuların
üzerime devrilen
üçbin yıl
bugün
elinde çomak
karıştırdığın
çerçöp
göz pınarlarında
nergisler oynaşır
damlar
nergisten kalelerine
her damla seni yakar
bende
can açmazları
sen beyazlarla
örtedur düşlerini
benim başımda
al yalım bir şal
dört mevsim
biri seni anlatır
dördü bende
geldiğinde
ben
sana kaçmış olacağim
beni bulursan eğer
sende ben
ben olmayacağım

SEN "DİN"
nasıl orta yerinden bölünürse
bir bebek
ve kirli önlüklü pazarcıların
iye sehpalarında
çürümüş yaban mersini kokusuyla
sergilenirse
ve ağlama seslerini duymamak için
parmaklarını nil vadisi gibi uzanan
aort damarının çırpınışına inat
kısa yoldan kulağını kanatırcasına
üç devasa piramit talan edilirse
ve çımacı kamaralarında
rahimleri alınmış
erkek doğum sancıları
yosun tutmuş duvarlarında
korkak çocuk çığlıklarına
can evini kaparsa
sabahıma düşen sensizlik
dudaklarındaki çattlaklığı
düşlerimin en karabasan
vıcık vıcık uyanışlarına gebe sabahları
doğururken
ve artık
sabahın en cılız ışığına değen tenin
camdan süzülen buğu gibi
ürkek
pencereye yapışmış
ölü güvercin tüyüne
can vermeye yetmeyecek
ve haykıracak "ben"den
pencere dibine düşen
ölü güvercine can veren
"ateşten arabalı"
neden bir tüyün
"ben"imle bedenlenmesine
izin vermediğini
artık çıkarma zamanın(dır)
yosun tutmuş kınından
paslanmış hançerini
vurmak için
yılgın bahar esintisinden
uçuşan öteki ölü güvercin tüylerine
oysa senin tanrıların
çok iyi biliyorlardı
kirpilerine hapsolmuş bir damla yaşın
çirkin çocuklar doğuran
erk kamaralarına düşünce
yanıp "kül" olacağını
oysa merhamet
kirpiklerindeki güç
cesaretin kulaklarındaki
"ınga" sesleriydi
hep öyle bil(din)
sen
kirpiklerini
eros oklarını cilalar gibi
parlatırken
süzülüp sessizce düşüverdi
kirpiklerinin arasından bir damla yaş
tutamadın
tenine değdi önce
senden olsa tanırdın oysa
"sen"den olsa
tanırdın
sende ama "sen"den olmayan bir damla
elmacık kemiği üzerinde kaldı
sessiz sancısız
herkesin gözü önünde
ama hiç görünmeyen
erosun kanatlarını perde yapıp kendine
saklandı elmacık kemiği üzerine
bil(e)medin
ne aynaya bakınca gördü gözlerin
ne de ellerin yakalayabildi
tüm zaman çekimleri bitti
"ben" yok olunca
"an" kapısı açıldı

"sen yanım"
"sen yanım"da güneşler açıyor
"ben" kapandığımda
bulutlar çökünce düşlerime
"sen yanım" ışıl ışıl
kör karanlık işkencecileri
korkak polis terlerine karışırken
"sen yanım"dan
"hanım"elleri saçılıyor üç-bir yana
beni al
bir dağ evinde
buz kesmiş ormana bakan
ufacık pencereden ürkek yol alan
cam buğusu kadar çaresizim
dışarıda dede çam ıslıkları
beynimde insan sluetli
kahpe cellat ulumalarına karışırken
beni al
bu yanımda
hayalleriyle
misketlerini çaldırmış
ürkek bir çocuk
cılız çatlak dudakarında
kelebek kanadı titrekliğiyle
gülümserken
beni al
sen yanım olimpos'ta
pompei'deki ateş
yeter mi kanatlarını ısıtmaya
tanrılar kapılarını kapatmış
yosun tutmuş evleri
okları örümcek bağlamış
ateşten arabaları buz kesmiş
"sen yanım"da ince bir ışık sızar
(oysa bilirim)
"sen yanım"da
her an
depremler

ş
Şems-i mah
ne işim var "ben"im burada
bu insanlarla
ne işim var "ben"im
bu et kemik yığını içinde
bir yağmur damlasının
neden
oraya değil de
buraya düştüğü
nasıl anlatılır
hangi yağmur tanesi
buharlaşmadan
ateşe dokunabilir
ya sekerek oynanıyor oyun
çizgiye basmadan
ya da
sekerek oynayana
bakılıyor dışarıdan
"ben"
ne içindeyim
seksek çemberinin
ne de
dışında
belki çizgiyim
kırık kiremitle çizilmiş
belki de kiremitim
kurumuş asfalta sürten
bir yağmur damlası
düşer "çizgi"ye
silinir
en sırça yerinden
halka
çember aralanır
çıkarım dışarıya
ya yağmur tanesisin
"ten"e can veren
ya da
yağmura yön veren...
28-03-2011