Scroll Text - http://www.marqueetextlive.com

Search Engine Monitoring
   
  HOBİLERİMİZ - FOBİLERİMİZ - EDEBİYAT - SOHBET
  E R D O R U M (şiir)
 

 



CAN-kuşum

 sen
geldin
patlayan bir gayyadan
serin
gölgenle

sen 
geldin

kara dağdan
yalım taşar gibi




karadut’um   doğaç,  

                     *Yalnızlık sanısıyla *

 

   kendine yetme becerisiyle övünse de insan

bana

senden başka kulağı açık kimse olamadığı

sanındayım.

 

gelir gelmez

öyle bir yere oturdun ki

herkesi dinlemede

ve kendini  dinletmedesin.

 

sence de  ‘çokluk’

‘tekliğin’  perdesi mi dersin?

  

seni

bir günlükken “ilk” gördüğümde

bir araya gelmiş

üç buçuk kiloluk et yumağı gibiydin

 

kıpırdadığın o ilk anı kimse bilmiyor

 

ama *doksan* yılının

tam da öğretmenler gününde

 

“ilk doktorun” 

kalp atışlarını dinletti

 

“ilk” duyuşumdu bu seni.

 

Sonra iki günlükken

yıkanışını izledim;

 

her ne kadar

dokundurulup baktırılmasan da

 

kararlı sahiplenicilerinin ellerinde

her yanından sular akan

bir kurbağaya benziyordun.

 

şimdilerde

hangi şekildesin bilmiyorum

ama

seni çok sevdiğimi sanıyorum

 
ve

yaşamanı istiyorum;

 

çünkü

kıramadığım  benliğim

senin en büyük sebebin.

 

bir şeylerin sürekli içime aktığı

şu günlerde

 

artan kendim olmaktan

pek emin değilim

 

bir çok şeyin

anlamsız göründüğü

bir ‘an’ olur ya

 

işte

tam ‘o’ nun ortasındayım

 

yarın ‘bugün’ nün içindeyse

 

şimdilerde

yarınıma

yarınımın nesnelliğine

bir belirsizlik noktası

konulmakta

 
seni sevişim

 

‘kanım-canım’ olman

lafazanlığından  kaynaklanmıyor

bilesin.

 

sevdiğini

kim olursa olsun

tensel ve belge yakınlığından ötürü

sevmemelisin

 

tensel ve belge-sel yakınlık

zamanla iç içedir

 

görecedir

 

sevenle sevilen arasındaki bağ

göreceliği kaldırır

 

sen kişilere değil

bu ‘ara’ ya  dikkat et

 

bu “araya ve oluşa”

 

nesnenin araç olmadığı bir yerde

görecelik olmadığı gibi

gören ile görülen ancak “bir” olur

 

(ama teklik ayrı)

 

bunu 

tanım sözcük ve imgelere sığdırmaya çalışırsan

yanılırsın

 

nesnelerin albenisi

bize ilişmediği sürecedir

 

görsel güzellik

sadece ustaca düzenlenmiş

betimlemelerdir

 

boşlukta

“sadece ben” sloganlı kişileri

dert-tasa ettiğimiz çok olur

 

bazen

“direk dibindeki adam”

duyarsız çıkabilir

 

ocağı için ateş verdiğin kadın

elini yakabilir

 

bazen

sessizce

kucağında uyuduğunu sandığın çocuk

memeni ısırıp koparabilir

 

bazen

“hak” diyebileceğin ödül

“sır” yüreğini balçığa  çevirebilir.

 

umduğun aşk

 

en güzel

en ılık düşlerine

gizlice ustaca

saplanılmaya çalışılabilir

 

uzaktakiler değil

düşlerinin sıcaklığını

yüreğine mesken edindiğin

insan siluetleridir bunlar

 

oysa bilirsin

tenine değer de

yüreğine sıcaklığı gelmeyecek kadar

uzaktadırlar

 

konuştuğunu sanırken susan insanlar

elbette

senin

susarak konuşan dilinden

anlamazlar

 

“lanet okuyan” kişiyle

dost ol

 

“pis” ve “çirkin” denilenle de

 

“güzel”

onlardan arta kalandır

bunu unutma

  

onlarla yakınlaşmanda

çöpleri yılmadan ayıkla

 

ama çöplük olma

 

yerinden söküp atabilir misin

bağırsaklarını

 

sana

kendi emellerine göre davranmayı

zorunluluk gibi sunanlara

inanma

 

öyle bir program yap ki

altında sadece

“sen”den bir imza olsun

 

insan imzaladığı edimlerden

pişmanlık duymaz

 

onlarca

“iyi” veya “kötü” olarak adlandırılan

hiç  bir şeyden

pişmanlık duyma

 

akıl ve duygularının onadığı her şey

senin için

uyulması gereken tek doğrudur

 

bunun için sonuna kadar savaş

 

ve bu savaşımında

sana ait sandığın

nesnel olan ne varsa

vermekten

veya gözden çıkarmaktan

çekinme

 

çünkü sen

yürüyeceğin yolların

çıkacağın

ineceğin merdivenlerin

tek sebebisin

 

sana

herhangi bir cinsiyetin kimliğini sunacaklardır.

 

Sen

kendi cinselliğini

dahası kendi seçeneğini

üzerine giydirilen kalıpları kırarak

bul ve yaşa

 

ne kadın ol

ne erkek

 

ne de üçüncü cinsi ara

 

cinsellikte

“kendin “ ol

  

sır gibi

her yerini kaplayan

ten perdeni arala

o’raya gir

 

bulduğunla “dost” ol

ama

bulduğunla

 

senin cinsiyetin de

cinselliğin de budur işte

 

iki “ten’de can”

birbirlerine karşı

dayanılmaz tutku duyuyorsa

uzak kalmalarına sebep

ister bir “eş”

ister “ana babaları”

ister eli sopalı “umacılar”

isterse başka

bir sürü “şey” olsun

 

“bir” likteliğe konulan

her türlü engellemeye inat

 

onlar

bir bütünün iki parçasıdırlar

 

ki onlar

silueti insan olanların

“saymaca” larına;

“gelen-ek ve gören-ek” leri ile

  

her gün,

her gün

yeniden üreyen

“yasaları” na rağmen

 

“ten”de  “insan”ı bulmanın

verdiği onur ve hak gereğince

“bir” dirler

 

davranışlarını kimseye kısıtlatma

 

bir gün

çaresiz kalır da yenilirsen eğer

içindeki doğru bildiğinden

uzaklaşma

 

sana ve yapmak istediklerine

“yuları sırmalı gem”  vurmalarına

izin verme

 

bu

yakın-uzak 

veya sonraki “aile” bireylerin

sahte  ya da sevgi sanı ile

birlikte yaşamak zorunda bırakıldığın

albenili veya salaş döşenmiş

dam-altı arkadaşın

 

–eşin-  bile olsa.

 

Bu –ben- dahi olsam

  

sen

sadece

doğruluğuna inandıklarını yap

 

olur da bir gün

umarsızca

bir kereliğine bile olsa

kime olursa olsun

 

kendinin sanıp

 

özgürlüğünü

 

dahası

“can özünü” kaptırırsan

 

işte o zaman

yaşadığın sürece 

tekrar

o merdivenleri

zeminden başlayıp tırmanıncaya kadar

borç ödersin

 

yine bu yolda

sana verilene

aklınca biçtiğin  bedeli

sakın karşındakinin ödemesine

izin verme

 

işte bu

dayanılmaz “ben”liktir

  

bu

düşük yapmaktır

 

kötü ve çirkin adında

ne varsa kafanda

sil at

 

kötü ve çirkin yoksa

iyi ve güzel kavramları da

aldatamaz seni

 

insanları

nesneleri ve duyguları

ayrıştırma

 

zıtlığa düşme

 

sana çirkin gelen bir şey

bir çoğuna

güzel gelebilir

 

güzel dediklerin de

çirkin olarak adlandırılabilir

 

bu ikilik

sadece sanal bir betimdir

 

“kalbin ve bağırsakların”

demiştim hani

hangisini söküp atabilirsin

  

sana katı ve duyarsız yaklaşanlar olacaktır

 

bu davranışlara

anında veya sonradan da olsa

tavır alırsan

onlarla aynı olursun

 

çatışmalarında

uzlaşmazlıklarında

ve özellikle

-sanı da olsa-

sevgilerinde

araya sakın hakem tayin etme

 

bu yanılgıya bir kez düşersen

 

bir gün birilerine

senin de hakemlik yapman gerekebilir

 

o an

kim kime göre iyi

kim kime göre kötüdür

 

ayrıştırma makamı

önce karşındakinde

ardından sende

can acısı olur

 

böyle bir durumda

çözüm karşındakinin kendisidir

 

buna dikkat et

  

çözümü kendinde olanın çöplerini

bırak

kendisi ayıklasın

 

kavga yok

 

“seni ısıran köpeği okşa”

demiyorum

 

ama sakın sen

“ısıranlar” dan olma

 

“yaşayan” ve “yaşamayan”

diye adlandırılana yakın ol

 

dinlediğinde 

duy

baktığında

gör

 

fakat sakın

çöplük olma

 

yalan söyleyebilirsin

 

ancak kendi yalanlarını kendin seç

 

yalanlarını

“ben” egonu dik tutmak için

veya silah olarak değil.

İnandığın değerler için kullan

  

bu senin elinde

 

sana yalan söyleyenin yalanını

sakın açık edip

yüzüne vurma

 

-Tırmandığın merdivenin

üst basamaklarına ulaştığında-

 

çevrendekilerin

*sana basitmiş gibi gelse de*

korku kaygı

zevk  aşk

sevgi kin

inanç inançsızlık

zaaf hobi

ve alışkanlıklarına

“doğrusu budur”

bilge edasıyla yaklaşma

 

yaşlanmadan

ihtiyarladığını sananların

dayandıkları asayı

ellerinden alma

 

onların değerlerine

onlar adına sahip çık

 

ama “ben” zevkine kapılıp

sana makam vermelerine izin verme

  

her değer

taşıyanının doğrusudur

 

bunu unutma

 

bu yolda el öpmekten çekinme

 

bırak

elini öptüklerin

öpülen elin

kendi elleri olduğunu zannetsinler

 

ancak sen

sakın elini öptürme

 

bu

elini öpenin sana teslim olmasıdır

 

bu makama dikkat et

 

taşıyamayacağın teslimiyet

seni kül eder

 

sevgilerinde duyarlı

aşklarında teslimiyetçi ol

mazeretçi

ve ayıklayıcı olma

 

“can” ‘ın “kalk gidelim”

deyişine 

“nereye”

diye karşılık verirsen

  

ya da

“can” dediğin

sen “kalk gidelim” dediğinde

“nereye” 

diye sorarsa

 

işte o zaman

bırak her şeyi olduğu yere

 

ve hazırlan

ilk basamağını adımlamaya

yüreğindeki merdivenin

  

zıtlıkları ve eğrileri gör

 

doğru denilenin

karşındakine göre eğri olabileceğini

 

gerçek kavramının da

gerip-çekme ile ilişkisini

göreceliğini

savunana göre değişebileceğini unutma

 

bir pislik böceğinin

yuvasındaki yavrularına

yuvarlayarak götürmeye çalıştığı

pisliğe de

o uğurda harcadığı emeğe de

saygı duy

 

bu işlev ve oluşumun

içinde ve tüm canlılarda

sadece betimleme farkıyla aynı olduğunu

 

“iğrenç” sözcüğünün

‘zıt’ tıyla eşdeğer olabileceğini

sakın unutma

 

“iğrenç” ve “lanet olsun”

sözcüklerini

hiçbir nesne veya değer için kullanma

 

İnsanları duyguları-düşünceleri

davranışları ve görünüşleri nedeniyle

sakın yargılama

 

eleştiri zevkinin

“ben” duygusunu beslediğini unutma

 

“öz-eleştiri erdemli olmanın bir göstergesidir.”

 

Safsatasına inanıp

sakın az önceki veya dünkü kendini

karşındaki “ayrıştırıcı” lara

teslim etme

 

Çünkü “sen” i bu güne getiren

dünkü “sen” olsa da

bu gün artık “sen”

dünkü “sen” değilsin

   

eleştiri ve özeleştiri 

ne biçimde  veya kim için olursa olsun 

benliği sözsel yargılama zevkiyle

sarhoş eder

 

Bundan daima uzak dur

 

düşünsel kavgalarında

teslimiyetçi değil

uzlaşmacı ol

 

kızabilirsin de

 

ama kızgınlığın

karşındakinin söz veya davranışlarına olsun

şahsına  değil

 

düşman adlılar

arkadaşların ve “sanı dostların”

ne tam iyidirler ne de tam kötü

 

ilişkilerinde sakın kayıtçı olma

 

ufacık bir kapı aralığı

yürek geçecek kadar

unutma

 

ve hiçbir zaman küsme

 

küsen insan nefret eden insandır

 

nefretin azı veya çoğu olmaz

uygun ortam bulduğunda

her an patlar

durduramazsın

 

küskünlük ve nefret

insan ekini değildir

 

unutma ki nefret,

sahibini yer bitirir önce

 

nesnellik ve öznellikte

alınganlığın

küsmeyi

küsmenin de nefreti tetikleyeceğini

unutma

 

birikim

neye karşı 

kime karşı

 

isimlerle uğraşma

 

-anne baba dayı amca kardeş eş arkadaş-

 

isimlere takılırsan

ismin arkasındakini göremezsin

 

isminde iddialı olanlar

isimleri gibi davranırlar

 

kendini isimlere karşı koru

  

şayet ben

“baba”lık adıma sığınıp

 

salt “baba” umacılığı ve ısrarıyla

üzerinde baskı kurarsam

 

bu

seni nesnel sahiplenme

hevesi içinde olduğum

anlamına gelir

 

ki sanal benliğimle

öznel kimliğimi

birbirine karıştırma

 

sahiplenme dürtüsü

“insan” ve “mal”

değerler dengesini alt üst eder

 

eve girmeden ahıra uğrayıp

“köyün merkebini” ziyaret eden

“halvet haneye” girmeden

ocağa koydurulan suya

sırta vurulan sopaya

sırta

sopanın ardından döşenen

sıpaya

ardından yunup yıkanıp()

mal sahibi edasıyla dolaşan

“koskocaman koca” ya

ve ona takılan

“erk” adına

dikkat et

  

kendini kimseye sahiplendirme

 

birilerine sahip olma düşünden de

uzak dur

 

bu

çocuğun bile olsa

 

sahiplenmede öz-benliği örten

sevgi maskesidir

 

bu perdeyi kaldırırsan

taşıyamayacağın şeylerle karşılaşırsın

 

senin baban olmam

birbirimizi sevmemizi gerektirir(!)

 

bu annen için de

kardeşin

eşin

veya arkadaşın için de aynı

 

buna dikkat et

bu tür sevgiler

önyargılı sevgilerdir

 

koşulludur

 

bir sevgide

isim perde ve şart varsa

zorunluluk vardır

  

bir tür “el-mecbur” yönelme ve yönlendirme

 

sanaldır;

görecedir

aldanma

 

yakınlaşmalarında ve sevginde

“bir” liği yakala

 

önyargı ve kayıt

“bir”liği bozar

 

sevgilerinde

“paylaşım”ı çıkar aradan

 

sevgi paylaşımında

sanılanın aksine

“iki” lik vardır

 

bir sana bir bana

 

oysa sevgi

 

sadece

“bir” likte yaşanır

yalın ve duru

 

paniğe kapılma

 

tekliğe uzanan yolda

”bir”i yakalamada

yetersiz kaldığını sanman

seni tamamlayanın

seni göremeyeceği  anlamına gelmez

  

iç dünyanda veya yaşadığın evde

yanındakilerle veya yalnızken

kapını ve pencerelerini kapatıp

pek ala

mutlu(!) olabilirsin

 

bu bencilliktir

 

“insan”dan

elini eteğini çekme

 

yaşam biraz da

“dangıl-dungul” olmalı

hep ekmek su

bıktırır insanı

 

zıtlıkları

oluşumu

bulaşmadan da yaşamalı insan

ki mutluluk(!)

“iç”le “dış”ın

kaynaşması olabilsin

 

dışarıdan korkarsak

içimizden emin değiliz demektir

 

evinin kapılarını sonuna kadar aç

korkma

 

adı “kötü” olan

içeri girse de

akıl verip yargılama

  

zenginliğinle doyur o’nu

 

sen

yeter ki içeriyi iyi döşe

 

“karadut” um doğaç

 

hazırlıklı ol

 

yaşamının bundan sonraki her evresinde

ulaşmak istediğin her şeyin

sana baş kaldırdığını

ve her şeyin

yenmek zorunda olduğun

cilveli

oynak

ve çok yüzlü

bir iradesi olduğunu

göreceksin

 

   bana gelince 

“sıkılıyorum” demiştim

hem de fazlasıyla

 

sıkıntı denilen

bir “çok”luk herhalde

 

ya da

“bütüne karılma” aşkı

 

bu “ten” de

her ”dem”

kayıtsız pay verilmeli

ya da

alınmalı

 

 

şu an

yedi günlük halinle

hangi şekildesin bilmiyorum.

    

   Pay(!) ıma düşen kadarınla da olsa

 

                     yağmur olup

 

                               yağmanı  

evine gelmeni bekliyorum  




UZAR HASRETLİKLERİM

 

Bir yalım sevda yaşarım

Erdek’te

 

Biten yazın billur suları

Dudağını ıslatır

Altın kumsalın

 

İsimsiz bir hüzün çöreklenir

İçime

 

Yorgun yaza

Gökyüzünün alkımını çözerim

 

Ilık bir güneş sızar

Kapıdağ’ın ardından

 

Belkıs kokuları siner içime

Çınar çam iğde

 

Bir avuç zeytin

*Kor*
Çocuğunun, balıkçı yarinin çıkınına

Elif, Bahar, Ayşe

 

Bir balıkçı

Hüzün ağları serer

Yüreğimize

 

Bir yalım ağıt düşer

İçime

 

Uzar

Kolu kesilmiş

Bir çınarın gölgesinde

Günbatımı yıkanırken

Hasretliklerim

 

 

                                                                             resim: eflatun acaroglu

oğlak

 

kör karanlık

küçük bir oda

ve “teklik”

eli fenerli

umacılar sarar çevremi

 

bir bisikletli

çarptı çarpacak

 

alın götürün

çirkin erkek ( ) sofralarına

atın beni

 

bir sıtma nöbeti

yüreğimde

“sus” desem

beni de alacak

 

sen yeni doğmuş

oğlak göbeği kokuşlum

 

bir gün uzaklaşırsan benden

 

üzülmem kızmam da

küssen çekip gitsen

 

yüzümü

her ne yana çevirsem

seni göreceğim

 

ve hep ‘an’

oğlak göbeği kokacak



 

                                                                   resim: eflatun acaroglu

O yer

 

kar yağıyor pencereme

içimde ayak seslerin

 

üzerimde yorgan

üşüyorum

yumuşacık bir el

yorganı alıyor üzerimden

ısınıyorum

 

renkli bir çocukluk

sarıyor her yanımı

 

biraz liseli

ürkek

 

ve ‘erkek bağırmalar’

damarlarımda

 

kar yağıyor pencereme

terliyorum

çıkarıp yüreğimi

kara atıyorum

 

-   içimde erkek bağırmalar –

 

yumuşacık bir koku

tepelere çekiyor bedenimi

yukarı yuvarlanıyorum

 

aşağılarda akşam olmada

  

yukarıya ay yağıyor

kar gibi teker tane

tenime her değişinde

ısınıyorum

 

-  içimdeki erkek bağırmalar –

aşağı itiyor beni

 

bir kar tanesine binip

tekrar yukarı çıkıyorum

 

burada zaman

- yer –   dekinden daha kısa

doğumla ölüm bir “an” içinde

 

parça parça yağıyoruz aşağı

 

buhar olup

tekrar çıkmak için

o   – yer -   e   


 

CAN, “GEL” DER DE 
DURULUR MU

“Sus” derse CAN
Susarım

“Git” derse
Hemen yola çıkarım

Bir tek

Bir tek “gel” demesinden
Korkarım

Pir’im Sultan’ı dar’a çağıran ses
Beni çağırır da
Bu çöplerle mi oyalanırım

Ey yüreği bedeninde tutsak yar

Ne zamana kadar
Dar’ı darağacı sanacaksın





ARAMACA ( bir )

Doğuştan
Ama ise karşındaki
Nasıl anlatırsın
Ağacı ?

ARAMACA ( iki )

İnsan
İnsan olmadan
Neydi evveli ?



ARAMACA ( üç )

Annelerin
Neresindedir
Cennetin hakikati ?


ARAMACA ( dört )

“Üç” artı “bir” in
Zarafeti

Züleyha’nın marifeti

Ya – Hu

nedir
Leyla’nın kerameti?




                                                                                 RESİM: EFLATUN ACAROĞLU
BÜYÜ

martı çığlıklarıyla
ilk gelişin

şarap bile kokmayan
salaş bir mahzen

paltona bulaşan toz

*ve yanmalarımız*

ürkek öpüşler
yüreğe vurulan zincir

avuçlardaki ter
dudaklardaki tuz

*ve yanmalarımız*

sokak meyhanesinin
mantarlı balığı

yosun kokusu
deniz tadı

*ve yanmalarımız*

bir içimlik sigara

hastane tezgahı
örtü neşter

seste can acıları

*ve yanmalarımız*

insansız giysiler
markasız müşteriler

yokuştan hızla inen
araba

*ve yanmalarımız*

martı çığlıklarıyla
son gelişin

nihayet bozulan büyü
ve
her “can bakışı”
aşk sanmalarımız.
                                
 RESİM: EFLATUN ACAROĞLU

DAMLA
pıhtılaşmış kan erimede
beynimde

alyuvarlar
çürük bir kokuyla
sardılar bedenimi

paslı bir oynama var gözlerimde
tam şuramda
zamansız bir acı kıpırdanmada

ey sevgili-m-
gün ışığında ne arar
deniz dibinde yıldız

kanatlarını açıyor
sisli bir yaz yine

- - bak –

yaşam gökyüzü gibi
akmaya hazırlanıyor denize

bırak denizin dibine
ipe dizili yıldızları

geceyi bekle

tanımadığın aşkları
patenleriyle anlatacak
yıldızlar sana

daraldı gökyüzüm
yıldızlarım birbirine çarpacak

- görme –

gökyüzüyle yıkadım ben yüzümü

- bilme –


sense göçtesin yine

‘yok’ ta sın ama
‘var ‘ sın

şimdi kimin teninde soluğun

bırak yıldızları dibe

–bak-

daralmada denizin

sönmeyenlerini yıldızların
gökyüzüne sırala

ve damla
denizin ortasında
sıkışıp kalmış aşklara


 
                                                                              RESİM: EFLATUN ACAROĞLU

DUA
Çoğalt “ben”i
yüreğim

öyle çok
öyle büyük olayım ki


tüm bıçaklar
kurşunlar
sadece “bana”
saplansın

tüm hapishaneler
sadece “ben”le
dolsun

öyle çok
öyle büyük olayım ki

tüm yıldırımlar
“bana” düşsün

depremler seller
sadece “ben”i
yok etsin

öyle çok
öyle büyük olayım ki

tüm acılar
“ben” de toplansın

sevgilim
lütfen
ne olur
“ben”den başka
hiç kimsenin
hiçbir yerine
bir ince
kıymık batmasın



GİDİŞİN
bir gün çekip gitsen

nedenli
nedensiz

ve alıp yüreğini
kaçsan

bana uzak
bana yaban
sana yakın yerlere

döndüğünde
hiçbir şey
bıraktığın gibi olmayacak

kafeste kuşun

sokakta yem verdiğin
kedin

başını okşadığın
komşunun afacanı

‘menekşe’ nin
yeni
tomurcukları

seni tanımayacak

ellerin
dudağımı

gözlerin yüreğimi

kokun
tenimi

eskisi gibi
yakmayacak

bir gün
çekip gidersen
eğer

döndüğünde
hiçbir şey

bıraktığın gibi
kalmayacak


                                                                                   Resim Eflatun ACAROĞLU
GÜNE-EŞ
gözleri maviye bakan
elleri ince
ah o serencam
bir aydınlık gölge düşer
ardıma
sır değil
apaçık ortada gülücüklerim
sade bir sabun kokusu
limon kolonyası
ve duman tütünü getir
bana

bu parmaklar
etten sözden

aşermiş bir erkek gördüm
düşümde

bıyıklarını buran bir kadın
parmağı tetikte
bir bebek

gizlice
sanki çoğalıverdik
erkekte kadında
bebekte

cömert bir tebessüm
düşer yüreğime
cömert bir koku

sakın bir şey verme bana
vaat etme

şuramda
ince bir yol sana akar

sen ört bana çıkan tüm kapıları
umutlanma
acıya sevince

çenesi dağıtılmış
bir erkek yatar
kolumda

kim bilir kaçıncı kez
ayakları sürütülerek getirilen
liseli bir çocuk

tırnaklarına kan oturmuş
bir adam

ve her yanımdan akan
can acıları

sadece renkli odaları
aydınlatmıyor elektrik

et kokuları ve karanlık
dinamo kolu
birbirine bağlanmış kurdele
teller
kastanyet çeneler


sen kırmızıyı seversin
ben de

hele bir de
öpmeyi


 GÜNEŞİ KİMLER BAKLER

Ölgün düşlerimize
Bir damla güneş
Hoyrat bir çağlayan
Avuçlarımızda

Bir alev güneş sızar
Karanlıklar içinden
Hüzün ağları serpilir
Omuzlarımıza

Bir ‘ney’in çığlığında oynayan
Yıldız
Gamzene düşen akşam güneşinde
Seni anlatır

Seni tanımayan çocuklar büyüdü
Kollarımda
Düşlerinden içirdim birer bardak
Yokluğunda göbeklerini kestim
Seni verdiler bana

-Kundaksız çocuklar seni anlatır-

Orada çıplak bir bebek düşer
Kucağıma
Islak göbeğinden
Senin kokunu duyarım

Renkli isimler uçuşur gözlerimde
Söğüt yaprakları sererim
Her ismin ayak ucuna

-İsimsiz çocuklar sessiz öpüşlerde seni anlatır-

Başucumuzda
Sevgisiz sevişmeler oynaşır
Beyaz çarşaf sererim üzerlerine
Bir bebek bilgeliğine sarılır düşlerim

-Bir mevsim öğle sonrası yağmuru seni anlatır-

Zamana halkalı uykular
Zil sesleri alır götürür seni
Yüreğini düşüme katıp
Beklerim sabahı
Pencerende yanıp sönen ışık
Kül rengi karanlığa
Yakamoz kuşağı katar
Uzanır kumsalda dalga sesine
Susmanın ağır sancısı

-Sahili yıkayan dalga sesi seni anlatır-

Güneş
Altımızdan
Beyaz çarşafı çekmeye hazırlanır

Tut gözlerimi düşlerinle

-Kutsanmış us atımları bizi anlatır-

Son kez dudaklarını öper gözlerim
Yüzüme bir avuç güneş serpmeden
Okyanus gözlerine
Işık ağları sererim.
                             



KOYNUNDA GECE
Ellerine ektim çocukluğumu
Parmaklarında
Ekşimiş ter kokuları
Bayram yeri tarlanda gece
Öpülesi düşler
Karanlık korkularda
Neyi arar tenin
Sır aydınlıkta

Bu gece
Alıcı kör köstebekler
Bayramlık sevinçlerinde


Hangi yıldırımlar düşmeli
Tohumu patlatmaya
Yağmuru muştuya

Renk alsın çocukluğum

Bir çal
Lirinden neyinden
Şavkı vursun bahçene
Yağsın güneşin
Gündüzün

Koynunda gece
Avuçlarında
Matem soluğu esmede 




ŞU

-LEYLİ-

NAR

 

Yağmur idik kar olduk

Eridik buhar olduk

 

Pervane kanadında çiğ idik

Döndükçe  haydar olduk

 

Tende

Can acısına yağdık her dem

 

En yücesine çıkıp nefesin

Alevine dar olduk

 

Şu-yedi tepenin sırrında

Maşuk-u serdar olduk

 

Dost asasın çırağında

Seyr-i fenada bihalk olduk

 

Alemin ateş-i narında

Derman-ı hak bulduk



                                                                                   RESİM EFLATUN ACAROĞLU

DAĞ SUSTU

 çelik bir tarlaydı
ellerdeki
ucunda sen
arpacığın başağı
karaydı isten dumandan

kustu parmaktaki inat
halka
yiv setten başı dönen
kararlı bilyeler
koştular kustular

önce ben düştüm
sonra sen

uludağın karları
kızıl çiçek açtı
kırmızıya boyandı toprak
uludu yer gök
uludu it
kararlı bilyeler
yağdı ha yağdı

sıcağından
dağ buz eridi
can acısı
lav kusturdu dağa
çiçekler soldu
dağın acısına
küçücük bir kar tanesi
düştü
dağın zirvesine

oradan çiçeğin yaprağına

ardından
gül dudağına



                                                                                 RESİM: EFLATUN ACAROĞLU

R
ENK PAZARI
Boyacılar
Kurdular pazarlarını
Kalpazan toprak
Yine filizledi
Gülü, karanfili, hanımelini
Satın aldı ağızlar
Rengi kokuyu tadı
Ve de en yeni
Sözleri

Tanrıların en tanrısı
İyilerin en doğrusu
Anlatıların en duyuluru
Sevilenin en tapılanı
Ve “en” in en büyüğü
En den
En gerçekler
En yeni sözler döküldü
Ağızlardan

Boyanarak
Boya pazarından
Kalpazan topraktan
En yeninin
En yenisinden

İnsanla doldu renk pazarı
Taştı

İnsanlardan
Tezgah çaktılar
Satan satılan
Alan
Birbirine karıştı

Pazarcılar pazarında satış
Hızlandı
İnsanlar
Oradan buraya
Buradan oraya
Koştular umarsız
Sattılar aldılar
Satıldılar

İnsanlar basıldı
Pazar içinde
Fırınlar dükkanlar
Bodrum katları

Yeni sözler
Eski sevişmeler
Ve yeni seksler bastılar
Bağırmasız

Sözlük-süzlük
Resim-resim
Fısıltılar

Sevgililer bastılar
Boyacının renklerinden
Sevgililer bastılar
Kalpazanın kokulu çiçeklerinden
Sevgililer bastılar
En yeni sözlerden

Ter yataklarında
Yoğurdular sevgiyi
Sessiz ıssı bağırmasız
Hiç bağırmasız

Bir ressam
İnsan pazarında
Cebinden çıkardığı bir avuç insanı
İnsan almak için
İnsana verdi
Ardından bir şair geldi
Yazar, uzman, bilim adamı
Ve avam
Verip aldılar
Aldılar aldılar da verdiler

Bir çocuk insan
Hani “O”
İnsandan olma minik insan
“yok” olası
O’da geldi oraya
Geldi
Geldi de çıkamadı oradan

Savaş alanı oldu insan pazarı
Gördü çoğun
“yok” olası gördü
çoğun hepsini

Döndü her bir ne varsa
O’nun üzerine

O’nun üzerindeydi artık savaş
Pazarı da kurdular
Üzerine

Ne ellerini
Ne de gözlerini kaldırabildi
Karşı koymaya

Durdu
Her şeyiyle durdu
“An” kapsında
Durdu da
Geçemedi

Aynı savaş dedi
Aynı Pazar

Buradan
Ter yatağına
Sıçrayan savaş

Oradan
Rahimlere kurulan Pazar

Bağırmalı
Parça parça
Paralanış

Bunun için

Bu Pazar içinde
Savaş için doğuş

O düşündükçe
Satış sürdü
Hızlandı da sürdü

Tezgahlara baktı

İnsanların
İnsan sattıkları
İnsandan tezgahlara

Baktı
Boş bulduğu
Gök maviliğe

Baktı da
Baş kalırdı
Duymaya
Görmeye “dem”
Ne varsa kendinde

Ve
Duyuramasa da hiç kimseye
Bağırdı
Canının acısını

Neredesiniz sizler
Gelin

Tenini günle
“Dost” ışığıyla sulayanlar
Yunusça, Nazımca, Mansurca
Gelin

Gelin de
“Tas tas güneş dökün”
üzerime




                                                                                  RESİM: EFLATUN ACAROĞLU
SEN-BEN

beni yasaklayan küsmeleri
sevmiyorum

beni “ben” yapan bakışlarını
sevmiyorum

kokunu “sen” sanışını
sevmiyorum

dişiliğinde “erk-ek” leşmeyi
sevmiyorum

gözlerini dudaklarını ellerini
sevmiyorum

sende olup ta “benim” dediklerini
sevmiyorum

“ben” “sen” i
sevmiyorum

ama “sen” de
çok
seviyorum


                                                                               RESİM:EFLATUN ACAROĞLU

TEN YARASI
çıkarabilsem
yüreğindeki
acıyı
üzerinde
ıslandıkça
ağırlaşan
kayanın altından

çekip alabilsem
seni

“git buradan”
desem

her yer sana
“burası”

“gel buraya”
desem

her yanım
ten yarası


                                                                                          RESİM:EFLATUN ACAROĞLU
TENDE GECE

bir aşerişi sevda yaşarım
bu elde

yükünü almış bir damla
dudağını ıslatır toprağın

yok luk
bir duvar örer gökyüzüne

uçuşur orada
dalgalı
ağır kanatlı
gölgeler

gündüz yarasalarının
uğultulu çığlıkları sızar
duvarın gözlerinden

kutsanmış ten işçilerinin
ter kokularına boğulur
kulaklarım

duyamaz olurum
diri yıkayıcıların sürdükleri
yılan yağı kremlerini

yağmur
yükünü almış
bir damla ışıkla
yağar düşüme

gecikmiş bir çocuk
ıslak toprak serper üzerime

*dudağının sağ altında*
bir uçuk çıkar toprağın

oradan öperim

bir yalım ağıt düşer içime

geceye gök-yüzünün
alev saçlarını çözerim



                                    RESİM: EFLATUN ACAROĞLU
YALIM
Tenime ten
Kırmızı gömleğim

Ne zaman sarsan bedenimi
Dışarıda siren sesleri
Ağızları salyalı
Ulumacılar

An divanına din
Kırmızı arabam

Ne zaman birlikte
Çıksak yola
Ardımda
“-kal” çığlıkları

“Yar” döşeğinde
Kırmızı alkım

Ne zaman deyse tenim
Tek renkli alkıma
Sahte bir ressamın
Kahpe boyaları

“yok”luk makamında
“yalım” bir damla
aşkım

Ne zaman kopsa yerinden
Düştüğü yer
Can pazarı



YOKLUK
Küçük bir balık
Yüzme öğrenir içimde
Denize giden yolu sorar
Denizde

Ölümü arayan bir dokunuş
Sarsar bedenimi
“an’la özdeş ölümü”

Aranan “bir” de “yok”luk mu

Gel
“yok” olalım “bir”likte
Yaşayarak ölmenin
Doruğuna çıkalım gel
Orada ölmek
Bütüne karılmaksa
Eğer
Bozalım bu şiirin ritmini de
Aksın
Dereler ırmaklar nehirler
“Yok” olsun içimizde
Küçük balık
Yüzmeyi öğrensin “yok” luk
Denizimizde.


(SAFFET'İN ANISINA)
YUNDUM
Saf-etler doldurdum
Küp-lerime kapaksız

Bir “ten işçisinin”
Maskesini çaldım
Takıp
Yosun yataklar açtım
Yüzlerin yansısıyla buğulu

Bir “ten satıcısı”
Maskesiyle
Buhur tütsülü gecelerde
Boynu vurulmuş sevdalar
İçtim

Sappho’nun maskesiyle
Zevk acısını çektim
Aştım

Bir şair maskesiyle
Sofralara kuruldum
Tıkındım
Tıkandım

Sinsice ve ustaca
Öpülen düşlerimi
-ten-imi
“an” oldu
Kırk tas ay ışığıyla
Yudum.
 



SIR-TEN
Tek’in delisi
Azalın diyordu
Azalın!
Tekliğe kadar azalın
Korkmadan
Amipler gibi çoğalmadan

Ki
Çoğalan “Aşk” olsun

Ve gelişin
Yağmur damlaları gibi değil
Bir damlada
Binlerce yağmur koksun

İster semerine güzel desinler
İster gözlerine

Güzel olan
Tek
Gelişin olsun

O kadar yağmur damlası
Küçücük bir damlaya sığıp
Nasıl düşerse yere
Aynı çokluğun
Tek’liği gibi
Yağansın yüreğime

Ey Ten,
Aynanın sırı kalkmadan
Kendini görebilir mi Can

Ya-Hu
Hüner camda mı,
Camı ayna yapan sırında mı

Görende mi
Görülende mi

Görmek istediğimiz
Görülende karşılaştığımızla
Aynıysa;

Gören mi yanar
Görülen mi

Ayna mı kırılır
Ten’mi




ÖĞRENCİ(M)
sırtında taşıdığın yağmurunla
sökük eldivenlerinden
parmak uçlarındaki kızarıklığı
gevrek pembe dudaklarınla
ısıtıncaya

ayakkabılarından
çorabına tırmanan
rengârenk çamurlar
teninin sıcaklığıyla
kuruyuncaya

düşlediğin tek “yol”un
ulaşmak istediğin tek “hedef”in
sayısız seçenekten
sadece bir tanesi olduğunu
anlayıncaya

“bugün”ün “dün”den farksız
“yarın”ın ise
“bugün”ün devamı olmayabileceğini
kavrayıncaya

bundan sonra yaşayacaklarının
şu ana kadar yaşadıklarından
farksız olduğunu
yaşamı değişik ve oylumlu gösterenin
-aslında-
betim ayrıntıları olabileceğini
öğreninceye

bildiğimi zannettiklerinin
bana ait olmadığını
sende açığa çıkanlar olduğunu
ve bu taşımanın
içinde “çıkar” olmayan
tek ilişki olduğunu
“değer” dediklerinin
sendekilerle anlam kazandığını
sezinceye kadar
sınıfındayım



ÇINAR YANIYOR

canım,

“-efendim”

döşümde bir direk
belimde tel örgü
ardında gül

telin dikenleri
yüzümü kanatıyor
gülün dikenleri
elime batıyor

döşüm donuyor
yüzüm yanıyor
elim kanıyor

canım,

“-efendim”

annesine ihanet etmiş
bir çocuk
kirli suratlı pasaklı
kapıyı çalıyor
“-al beni içeri”

umacılar
kapıyı bekliyor

çocuk üşüyor
kirli tırnakları
çamura batıyor
toprak çürüyor

elim kanıyor
yüzüm yanıyor
döşüm donuyor

canım,

“-efendim”

çatıda kül yalazı
yıldız yalımı
bodrumda dinamo kolu
tuz tarlası

içimde zangoç darbesi
çan sireni

misketler patlıyor
çocuklar ölüyor
toprak ağlıyor

köpekler uluyor
genzime kan doluyor

yıldız damlıyor
kül yanıyor
et kokuyor
tuz çürüyor

canım,

“-efendim”

sıra sıra bebekler
kurşunlanan çiçekler
bulanık denizler
bilinmeyen şehirler

viran kent sokaklarında
sığınacak yer arayan
kadınlar
kat kat evler
bahçe makaslı berberler

caddelerde kabaran su
sokakta yüzen çınar
gövdesine sarılmış
korkak bir çocuk

bebekler düşüyor
çiçekler yarılıyor
kirli denizler
şehirleri yıkıyor

duvarlar çöküyor
kadınlar ölüyor
üç buçuk renkli saç
çınarı yakıyor

canım,

“-efendim”

nil’de oturan
yaşlı bir kadın
yosun duvarlı
timsah yuvaları
kıyısı yalım bir çöl
kuma gömülü
sümüklü timsah yumurtaları

yaşlı, örs oluyor
timsah, çekiç
yuva, üzengi
vuruyor nilin dalgası
yalım çöle
uzanırken
kıvrım kıvrım
yumurtanın zarında
nil gibi kururken damarlar
çatlıyor kabuğu

kudüm sesi oluyor uzak çölde

canım,

“-efendim”

siyah elbiseli
nazi bakışlı
karınca sürüleri
ana kraliçeye
et taşıyor

çocuk eti
kadın saçı
timsah derisi
nil çamuru

yuva doluyor
kraliçe kaçıyor
karıncalar boğuluyor

resimler yüzüyor
bitmişi
fırçada birikmişi
kimsenin zevk almadığı
su görüntüleri
kimsenin bakmadığı
denizler

su kırılıyor
resimler boğuluyor
karınca yuvaları
yumurta kabukları
nile karışıyor

canım,

“-efendim”

istanbul üzerinde uçuyorum
mum damlıyor kanatlarımdan
mumdan mahalle sokak
ev oluyor

kızıl bir karanfil açıyor
mumlar arasından
diğer tarafta iki gül
biri gonca

aralarından uçuyorum
direğe çarpıyor döşüm
kızıl karanfilin saçları
gülün dikenlerine takılıyor
gonca
tellere tutunuyor

karanfilin kızıl saçları
semaha karışıyor
gül uçuyor
karanfil coşuyor
tel yanıyor
gonca dönüyor

canım,

“-efendim”

önceden saptanmış
bir çukur

seçilmiş kürekçiler
toprak atıyor
genzimde
toprak kokusu

kürek dolusu
yağıyor üzerime
ümit planları

benim için
senin için
onun için
yapılmış ümitli planlar

"gözdemsin" diyor bir ses
"en gözdem
en güzidemsin"

bu çatışmada
iyiden güzelden
ve ana rahminden
vazgeçmeyen biri
var mı

iyi yanıyor
güzel sönüyor
ve rahimlerde
bebekler Kuruyor

canım,

“-efendim”


bu kaos içinde
yalana riyaya
adam almaya satmaya
seçilmişlerin ve
biçilmişlerin izniyle
en manzum küfürlere
bezenmişken
kim “gözdemsin” der bana

“tüm zevkleri
yüreğine koydum
yangıyı yanılgıyı
acıyı”

“gideceğin yerlerden
yürek ateşinin
en üst deminden
haberim vardı”

“müthişi
basitte gör istedim”

saçma
dedim uydurma bunlar

“şu an sarmalandığın çarşafla
dün terini ben sildim
sobanı ben yaktım
suyun oldum
ekmeğin katığın
ama
yüreğini delen kurşun da
bendim”

saçma
dedim uydurma bunlar

canım,

“-efendim”

sustur şu sesi
canım yanıyor
canım yanıyor

“anlamadığın sürece
karanfilim yine
gül’üm
goncayım
yüzünü yırtan diken
etine saplanan mermiyim”

“neden böyle olduğunu
neden burada
ve her yerde olduğunu
anlamadığın sürece
aratacağım sana”

yalan
saçmalık bunlar
halüsinasyon rüya
düş aynamdan
bırak beni git
canım acıyor
canım yanıyor

“üç gün öncesinden
adapazarı’nı
yedi gün öncesinden
filipinler’i
göstermedim mi sana”

“oysa ana rahmindeyken de
fısıldamıştım kulağına
fırat’la nil arası
orta kulakla yüreğin
mesafesi kadar
üçle yediyi gör
ya topla ya çıkar”

sus artık
çarşafı yak
sobayı söndür
suyumu kes
ekmeğimi köpeklere ver
yaratılmışları ve yaratılacakları
al bahçene
onlarla oyna
ödülü de onlara ver
gözdeliği de
sende olan ne varsa
onların olsun
vereceksen eğer
beni al
kendinde
yok et kül et
ya da
bırak çukurumda beni

canım,

“-efendim”

tepeme dikili
soğuk bir direk
tel örgüyle çevrili
küçük bir bahçe
güller karanfiller
altı toprak
yedi çınar tahtası
üzerimde terim kurumuş
üç düğümlü çarşaf
içinde ben

canım,

“-efendim”

üşüyorum

canım,

“-efendim”

üşüyorum

canım,

“-sarıl bana
ben sen’im.”



TELDE KELEBEK TOZLARI

küçücük
toz zerreleri uçuşur
telleri fark etmeyip
çarpan kelebekten
kanatlarından
yontulu mermerler düşüyor

isimsiz yıkılmalara ad

çakılıyor her biri

duyuyor bir bir tenim
bağırmalara
acı çığlıklara tanık oluyor gözlerim

“toz” diye bağırıyorum
kelebeğin fosforlu sırrı onlar

çığlıklar yükseliyor

“çekin şunu tepemizden”
kanatlarını çırpıyor kelebek
ağır çekim bir film

güm güm

altındaki telaşa
o da telaşlanıyor

ses ve panik helezonları
ritmini bozuyor kanatlarının
kanat uçlarından
bedenine yayılıyor acı

ortalık fosfor tozu

sırrı üç günlük özgür
kanatlarının

yayılıyor yere göğe
yayılıyor dibe derine
her ne ki “var”
toza boğuluyor

kelebek tele dolanıyor
bileklerini kesen tele
parmağını boğan
bedeninin en mahrem
en ince yerlerine
ustaca konuşlandırılan
tele dolanıyor

tel yanıyor
toz yanıyor
sır yanıyor

bir ince et kokusu
genizlerde

can yanıyor

bir el kocaman
çıkıp yüreğinin en dokunulmaz
en sırça köşesinden
çekip çıkarıveriyor
“an” bahçesine

“an” bahçesine
külü yağıyor
yaşanamamış öpüşlerin
kavruk dudak derilerinin

külü yağıyor
okşanamamış
bir bebek saçının her telinin

külü yağıyor
hiç yaşanamamış aşkların
koparılmış sayfalarının,

bir bir takılıyorlar
“an” bahçesinin
gül dikenlerine

kitaplar
kalını incesi
cildi dağılmışı yırtılmışı
yakılmışı
derlenmişi toplanmışı

sonra senin verdiğin
okunmamış
okunamadan yırtılmış olanı

cilt kapağı tutkala yenilip
alıveriyor eski halini

kapağın üzerinde
kara el izleri

hani bir de açmasan içini
sanki yepyeni

tavşan(ım)
hani o ilk ölen
kedinin kulaklarından tutup
sürükleye sürükleye
götürmeye çalıştığı
siyah olanı

kulaklarının dibindeydi yarası

can mı dayanırdı o yaraya
yürek yanmaz mıydı
banyoya bulanan
al kızıl kana

tamponlar sargılar
ve sabaha kadar
acı öpüşler
can çekişler

tavşan(ım)ın
kaskatı bedenine doğan
günün ilk güneşi

kitabını koydum yerine

hepsi birden
nişan almış
birer namlu keskinliğiyle
gözlüyorlardı odayı

kayıtçı birer
sorguç gözlem kararlılığı

beni-seni
olmadığın geceleri
gündüzleri

sevgiye ayarlı
dizeler geçiyor gözlerimden

acı ağdaları
dokunana bulaşan
bulaştıkça
bulaştığı yerden
cılız tüyler yerine
can-teni koparmanın
ağır sancısı

sevgiye ayarlı sözler
kimden

herkes olmamak adına
türetilen
söz dize oyunları
farklı olma savaşı
o olmamak adına
yatak odalarında
marka yerine ödenen
“sözlük sevgileri”

hanede viranede
“dost” ateşi yerine
puşt çıkarı besleniyor
ha bire

bir şeyler eksiliyor “çok” tan

“yok”
içine alıyor
her ne “var”sa

“yok” ta
çoğalmak ne güzel

“çok”ta
“yok” olmanın
adıyla

ya sende eksilmem
işte bu acıtıyor her yanımı

sende “sen” olmanın tadıyla
“yok” olmuşken

ne alakası var
“eşek masalları”na bulaşmanın

taşınamaz yüklere talip olmanın
telaşı

banyodan kanalizasyona karışan
aşksız “yok” oluşların
kirli suyunu
tavşan(ım)ın
al kızıl kanına karıştırmama
telaşı

ne zaman öğrenilir
gözle, yürekle
tenle konuşmak

bu karanlık oda
düğmesine dokunmadan
ne zaman aydınlanır

-“sen” den bana eklenen
bir şeyler
dönenir içimde-

içimde bir yerlerde
hiç dinmeyen
hoyratlık

kendime benzetilmeklerimde
çalınıp-çırpılıp götürülen
bir şeyler akıyor
parmaklarımdan

oysa
dudaklarda kalan
bir tatlı dem sade

dost aleviyle yandıkça
coşan

konuştukça ibadet mevsimi
yaratan

tenimizin en yalın sözcükleri

-aşkın terleri-
ki

ateşten potasında
can-kuşum
susmasın diye
direniyorum

yüreğimin her deminde
incelen söz pınarından
alıp can-acımı
yaslanıyorsam
düşlerinin zirvesindeki
ıssız gül bahçesine

güneş çiçekleri
her yanı
kasımpatılarıyla bezesin
ve söğüt dallarında
iğde kokuları
ve kayısılar kızılcıklar
zamanın her köşesinde
çocuk gülüşlerine dönsün

adı
sevi-cem olsun
doğacak çocuğun
diyorsam

bil ki bir nedeni var

çünkü
can tenine
emekle dokunuşla
nakışlanırsa sevgi
tüm çocuklar
karanlıklar içinden
gülücüklerle açarlar
ki umutla bezenir
yüreğimizin düşleri

işte o zaman
fıkır fıkır bir dost yüreğiyle
tenini aşar düşlerim
ve
hoyrat bir aşk yumağından
alır götürür
beni dokuyan sıcaklığına

ya nasıl anlatılır
konmamış isimler çocuklara

can-acısı nasıl anlatılır

oysa acıyı
ten dilinden tanımak
ne güzel

ne güzel şey
güneşe varana kadar
yüzümüzü
dost ışığıyla yıkamak

isimsiz bardaklardan
yürek atımlarını içmek
ne güzel

ne güzel şey

tende
bir damla terle
bütüne karılmak

tariflere
imgelere isimlere
sığamamak
ne güzel

ne güzel şey
sıcaklığının
nakış nakış “ben”i dokuması
tamamlaması

acı öpüşler
kemiriyor bedenimi

elleriyle
korkuları kadar
kara yürekler
dolaşıyor çevremde

can-adlarına
başka adlar arayanlar
çımacı kamaralarında
korkak çocuklar doğuruyorlar
ha bire

ekşimiş
ter kokuları sızıyor
tenlerden
sokaklara

gözlerinin çevresinde
siyah girdaplar
insan gülüşlü cellatların

her girdabın içinde
çırılçıplak
terkedilmiş
çocuk çığlıkları

hoyrat bir çağlayan gibi
akmalı yürekler

isimsiz çocuklar
yürek gürültünü duymalı

gelecekse aşk
bakışların gibi gelmeli

acı fırtınalara
yürek açılsa da

ürkek öpüşler acıtmamalı
canları

her öpüş
koyu bir irin boşaltmamalı
yüreklerden

tenlere takılan isimler
geri verilmeli sahiplerine

odaya çöken ağır karanlık
ve yolunu kaybetmiş
bir kelebeğin
duvara vuran
cilveli gölgesi

ne zaman aydınlanır
düğmesine dokunmadan
bu karanlık oda

göz teni görmüyor odada

ardından
bir savaş
korku

tavşan(ım)ın kanı akıyor
güneşsiz duvarlardan

pelte pelte üzerime devriliyor
karanlık

kitaplardan
bir gürültü yükseliyor
ıslak güneşsiz duvarlara çarpıp
vıcık vıcık bir telaş kaplıyor her yanı

gelme vaktin
akıp gidiyor hızla

bir kalkabilsem yerimden
kapıya bir uzanabilsem
ten ışığınla dolsa içerisi

kapının ardında “sen” varsın

yokluğunda
can-kuşların
can verdiler
birer birer

ne kelebek tozunu
ne de tavşanın
boyun yarasını gördüler

seni sordular
acılarına

kızılay bulvarı’nda
kordonboyu’ nda
kömür tozlu sokaklarda
altıparmak’ta
beyoğlu caddelerinde
istiklal’de

okulumun hemen alt sokağında
yürüyorsun

kucağında kitapların
yanı başında
solgun bir ten-verici silueti

isimler uçuşuyor kaldırımlarda

isimsiz bir ten-satıcı takılıyor peşine

ten-alıcılar dudak ıslatıyor
ürkek adımlı telaşına

dibine kadar sokulan tinerciye
dirsek vuruyor ten-alıcı

kaçıyorsun
belli etmeden kıvrak telaşlı

çiçek pasajı’nda buluyorsun kendini

entel() masalarının arasından
balçık çamuruna batmış
siyatikli bir hasta gibi süzülüyorsun
deymeyin
çıkış kapısı nerede

sakallı bir entel()
dudak titretiyor

permalı
sakallının piposuna
takla attırıyor parmaklarında

“her köye bir piyano…”

sakallı
bira bardağını masaya vuruyor

karides tıkıştırıyor ağzına
konuştukça masaya yağıyor
karidesin yutulamamışları

“köy muhtarları
aydın olacak kardeşim…”

“işin ne
köyü cazip hale getirecen
şehre kaçırmayacan milleti…”

“koçum… doldur şu bardağı
hadi aslanım….”

Kemerini bir delik gevşetiyor

“ver şu pipomu kız…”

yakmaya çalışıyor

“ bir de o oyunu…
taşraya taşımalı
köylere…”

kafasını kaldırıyor
masaların arasında
akordeon çalan kadını arıyor

“huu madam
bitmedi mi oradaki fasıl

heey kemancı
kardeş sen bari uzanıver buraya”

kemanı ve ezberiyle
kendinden emin
ilişiveriyor masanın köşesine

başını sallayarak
ağdalı yorum dizeleriyle
kemanın en üst perde tınısına
eşlik ediyor masa

arada beleşçi yan masaya
bahşiş verirler mi kaygısıyla
göz atıp gülücük dağıtıyor kemancı

coştukça coşuyor masa
bir de yan masa

permalı
çaktırmadan
pedini düzeltmeye çalışıyor

garson
keman çubuğundan sakınıyor

iki at kuyruğu kılı
keman çubuğundan
kurtulmaya çalışıyor

sakallının
elini hissediyorsun kolunda

“bacım dikilme öyle
otur şuraya”

duyamadığın
bir mırıldanma dökülüyor
dudaklarından

kapıyı arıyorsun
hızla süzülüyorsun
masa aralarından

insanlar birbirine sürtünüyor

bazen balerin gibi
parmaklarının üzerine yükselerek
ilerliyorsun deymemek için

turistler
boyunlarında pasaport para
çantaları
ellerinde kocaman bardaklar
akordeoncu teyze aralarında
halay çekiyorlar

bardakları sallandıkça
üzerlerine yere bira yağıyor

terden biradan koltuklarındaki
bacaklarındaki sarı tüyler
tenlerine yapışmış
bir ağızdan
sözsüz bağırmalarla
akordeoncuya eşlik ediyorlar

balık pazarındaki satıcıların
sesi geliyor derinden

o tarafa yürüyorsun
çıkışa

bardaklar boşalıyor
köşede bir tartışma

yolunu şaşırmış bir şarapçı

göz göze gelmeye çalışan
iki aşık

takım elbiseli kravatlı
gül satıcısı

kavanozlu cevizci

kaytan bıyıklı tombalacı

çaktırmadan
parmağındakini
masanın altına süren
kadın

elini masaya vurarak
ağlayan adamı
dinliyor görünen
bir çocuk

“annen
annen hiç duymadı beni
evlat”

hızla boşalıyor bardaklar
hepsini sen içiyorsun sanki

boş bir masa
tam oturacakken
kapıyı görüyorsun

hızla atılıyorsun

ayakta vakur birasını yudumlayan
askılı pantolonlu adama çarpıyorsun

bardak düşüyor elinden
kabahat yapmışlığın telaşıyla
eğilip kırık camları topluyorsunuz yerden


cam parçalarını
boş masaya koyuyorsunuz

adam sana
teselli sözcükleriyle mırıldanıyor

“yazarım ben
öğlesine uğramıştım buraya
sıkma canını”

diğer elinle
kucağındaki kitapları
düşürmemeye çalışıyorsun

yazarın her eğilip kalkışında
bakışlarının tenine değdiğini
tenine yazılar yazdığını hissediyorsun

bir alev sıcaklık sızıyor bedenine

elinin tersiyle ağzını silerken
parmağıyla gözlüğünü düzeltiyor
mırıldanıyor

gözlerinde canlı tutmaya çalıştığı
feriyle

“tesadüf değil bu
sen geldin
hani kanatların…”

“ne kanatları
onlar can-kuşlarımla gitti”

diyorsun içinden

kucağındaki kitaplara uzanıyor


“benim-
baksana benim kitabım bu”

gözleri
gözlüğünden çıkacak dışarı

“tesadüf değil dedim sana
kitabım ve sen…”

şaşkın izliyorsun yazarı

kitapla birlikte
elini tutuyor

cam kırıklarını toplarken
tenini yaktığı
bakışları hissediyorsun ellerinde

ritmik bir telaş yazarda
zaman kazanmaya çalışıyor
gözlüğünü çıkarıyor
pipo gibi ağzına götürüyor
gözlük dudaklarında
gömlek cebinden kalem çıkarıyor

gözlük kalem kitap
ve elin

bir şeyler söylüyor
işitiyor ama duyamıyorsun

elini dirseğine götürüyor

“haydi çıkalım buradan”

”haydi” ne
nereye
bir tek “can”
“haydi” derdi oysa

“ne kelebeğin kanat tozlarını
ne tavşanın ense yarasını
ne de can-kuşların
toplu ölümünü
yaşamadın sen…

can’ım neredesin”

üzerine devriliyor arkandaki uğultu
akortsuz keman gıcırtıları
köşede kavga sesleri
tıkıyor kulaklarını

“yenikapı’ya gidelim
güzel bir balık lokantası var
arkadaşların”

gözlüğünü takıyor
kalemi cebine sokuşturup
kolunu çekiştiriyor

“istersen
sarıyer’de rasim usta var
sanatçı dostlar gelir oraya
kalacak yerin yoksa
kurtuluşta evim var
eve çıkarız

dur ya adın ne senin”

çiğ bir tebessümle bakıyorsun

“benim adım…
doğru ya
bir adım olmalı benim

ama ne o “ad” ben’im
ne de ben o ten’im”

diyorsun içinden

“bırak gideyim” diyorsun

sesin titriyor
boğazın acıyor
üşüyorsun

herkes sana bakıyor

bira bardakları üzerine boşalıyor
başın dönüyor
kararlı bir sesle

“gitmem gerek” diyorsun

yazarın ellerini
ayırıyorsun kolundan

hızla çıkıyorsun oradan

arkandan çaresiz bir hamle

“kalsaydın…
hiç olmazsa
döktüğün biramı ısmarlardın”

alışılmış sövmeler
oynatıyor dudaklarını

kucağındaki kitabın
göğsüne deydiğini hissediyorsun

eli sanki kitabın üzerinde

elleri teninde geziniyor
yüzün ısınıyor
canlanıyor sanki kitap
atmaya çalışıyorsun

kalabalık
alıp verirler
diye korkuyorsun
kitabı sinirle
kolunla vücudun arasında
sıkıştırıyorsun

göğsün terliyor
ince gömleğinden sızan ter
kitabı ıslatıyor

boğuyor yazarını
boğuyor yaşanmadan
yazılanları
boğuyor sadece yazmak için
yaşanılanları

kitap eriyor teninle kolun arasında

yalınayak
mendilci bir kız çocuğu
yavaşlatıyor adımlarını

“evimiz yandı be abla…”

bir kapkaççı
seninle aynı ritimde yürüyor
açığını kolluyor kurnazca

ten satıcılar
ten alıcılar
ve ten vericiler
aynı yerlerinde

tinerci çocuklar
kararmış üstüpülerini emiyorlar

övünç kaynağı
gazete bulmacaları çözer gibi izlenen
aç aslanın ceylan sürüsünü
avlama belgeselleri
ve sote yatışları

ceylanlar
gibi ürkek

“iyi aile bireyleri”

toplu veya tek tek
başları önde gözleri sotelerde
bir an önce
evlerine ulaşmaya çalışıyorlar
sana çarparak

bir polis sireni

kız kaçıyor

tombalacılar
torbalarını gömleklerine sokuşturuyor

jartiyerli bir ten işçisi
beklediği kapıdan içeri dalıyor

epilasyon sakallı
narin ayakkabılarında
kocaman ayaklarıyla
bir gurup eş-ten-işçisi
mis sokak’tan
tarlabaşı’na koşuyor

birinin
ayakkabısının topuğu kırılıyor

polis arabası
önlerini kesiyor

diğer ekip
arkadan sıkıştırıyor

kalın bağırmalar
ince siren sesine karışıyor

kulak zarın acıyor
hızlanıyor adımların

muhallebicide
üniversiteli gençler
yine tavuk göğsü yiyor

yan vitrininin altında
demirden ızgarasında

yakası mendilli
liseli bir çocuk yatıyor

karşısında
olgunlaşma galerisi

kitap sergisi var yine

kırışıp eskimiş
“kitap imzalama günleri” pankartı

içeride alıcı özlemiyle bekleyen
daha yırtılmamış
daha yakılmamış

“korkuları kadar
kara yürekli insanların”

ellerine geçmemiş
yepyeni kitaplar

saat mağazası
yine erken kapatmış

bitişiğinde turist lokantası
tablo gibi vitrini
kokusuyla sıcaklığı
yüzünü yalıyor

tinerci bir çocuğun burnu
camı kirletiyor

adam kovalıyor

dünya ve fitaş
yine alt yazılı film oynatıyor

asma katlı birahane

ve taksim
(üleşme meydanı)

beyoğlu ve taksim

bir bedende
yürek ve bağırsak

iki ayrı iklim
iki ayrı dünya

ışıklar led lambaları

sıraselviler kavşağından
karşıya geçiyorsun

farları açık bir reno
üzerine geliyor

çarpacak
duralıyorsun
kitaplar elinden fırlıyor
firen sesleri
bağırmalar

reno takla atıyor
beyaz reno yanıyor
sadece reno yanıyor

parçaları meydana saçılıyor

insanlara çarpıyor

insanlar devriliyor
insanlar devriliyor
insanlar devriliyor

caddedeki kitapların
her yaprağı
kelebek gibi uçuşuyor

kaldırıma çarptığın dizinden
kanlar akıyor

herkes kaçıyor

ışıklar görünmüyor
ortalık toz
ortalık can pazarı

sular idaresinin ışıklı gazetesi patlıyor
parçaları kurşun gibi
saplanıyor insanlara

hava yolları reklam panosu
katılıyor seremoniye
onun da parçaları kurşun gibi

saplanıyor

ortalık toz
duman

gülle gibi düşüyor kelebek tozları

yıkılan insanların başuçlarına
isimsiz mermerler gibi
çakılıyor her biri

maksim’in önünden
etap’a koşuyorsun

kazancılar yokuşu’nda
kemalle karşılaşıyorsun

can dostum kemalim

babasının evden attığı günü
anlatıyor cansız bedeni

“sen bu eve layık değilsin
defol”

ölü dudaklarından dökülen
yazdığı son mısralar
yankılanıyor
taksim meydanında

“İstanbul soğuk
üşüyorum
iş ver bana patron
donuyorum

çorap ver
çorba ver

allah belanı vermeden
ekmek ver para ver

evim nerede
pastane ızgaraları
izin ver amca
beton soğuk
üşüyorum

evimin yolunu tutuyorum
beyoğlu’ndan
surdibi’ne
yayan”

sen kemali hiç tanımadın

ağzın kuruyor
dizindeki kan çorabına yapışmış
teninden ayrılmıyor

belediye zabıtaları
bir simitçiyi kovalıyor
simit tepsisi havalanıyor

susamlar uçuşuyor

etap kapısında
bir kadının boynuna geçiyor
simitlerden biri

kadın bağırıyor

simitçi
zabıtalara yakalanıyor

bağırıyor

ellerinden kurtuluyor
simitçi

zabıta arabası
panzer gibi lastikleri
peşine takılıyor simitçinin

simitçi düşüyor

küçücük bedeni
koca lastikler altında
kayboluyor

kelebek tozuna boğuluyor ortalık

gümüşsuyu yokuşu’na doğru
koşuyorsun

yaranı acıtıyor çorap

kültür sarayı’nın ışıkları
dizindeki
kuru kanda oynaşıyor

askeri hastane’nin penceresinde
menenjitli bir çocuk
tanıdık bir gülümsemeyle
el sallıyor

dolmabahçe’den esen
boğaz esintisi
dizindeki kanları yumuşatıyor

ve istanbul teknik
özlemin

karşısında “yol” apartmanı

kapısına dayanıyorsun
yedi katlı “yol” un

dokunmadan daha
kapısı açılıyor

okul derslerin uçuşuyor
her basamakta

fiilinden sıfatına
zat’ı şahanelerinden cemine
cemalinden görülene
kemalinden
sır ötesine

en üst kata ulaşıyorsun
kapısında minik bir levha

“haydar”

yazıyor

genelevde aşık olduğu
ten işçisi serap’la evlenmek için
baş ten işçisini yaralayan
liseli haydar

serap açıyor kapıyı

gülüyor
boynuna sarılacaksın neredeyse

elini uzatıyor
yumuşacık elleri

öpüyorsun yüreğinle

bir çift göz
nasıl çizer bu kadar net
insan yüreğini

“elleri korkuları kadar kara insanlar
gelin
yüreklerinizi
ellerinizle kirlenen yüreklerinizi
verin bu ellere

“yok” luğun adıyla korkmadan
ölün birer birer

dudaklarında içmeye özendiği piposuyla
haydar görünüyor kapıda

“gel”
diyor ikisi bir ağızdan

bu güzel tenler
bu can sesleniş

banyodan
ferhan’ın
şımarık bağırmasını duyuyorsun

bu iki tenin
bir damla teri

can-kuşları ferhan

“bitti çıkarın beni banyodan”

uyuşan aklın
yürek atımlarını sıkıştırıyor

ferhan’ı çıkarıp
karga tulumba
atıyorlar seni küvete

sıcacık
deniz fışkırıyor kurnalardan

burada
bu denizde öleyim

“var” bitsin bu küvette

“ben” boğulsun
“yok” luğun adıyla

ferhan gibi
küçücük bornozuma sarınıp
çıkayım buradan

yıkanıyorsun

sakallının dudak ıslatması
kirli kıllı ağdalar gibi
yapışmış gözlerine

permalı
kanlı pedini
boğazına tıkamaya çalışıyor

yazarın gözlerini
temizlemeye çalışıyorsun
bacaklarından

göğüslerindeki kara ellerini
süngerle bastırarak
sökmeye çalışıyorsun

bağırmaları
siren seslerini
susturmak için
kulak zarına kadar sokuyorsun
parmaklarını

tenin yutuyor sabunları

her ne “var”
üşüşüyor banyoya

tavşan(ım) ın can acısı
karışıyor deniz suyu
banyona

savaş yeri banyo

anahtar deliğini
tıkamaya çalışıyorsun

haydar’la serap
açıveriyorlar kapıyı

her şey duruyor

kelebeğin tele takılan kanatları
ten sırrına erişiyor

ilk
koku geliyor burnuna

“bu koku”
diyecek oluyorsun

dilin dönmüyor

ferhan’ ın bornozu
büyük geliyor ten bedenine

sarmalayıp kucaklıyorlar seni

içeride

tozsuz
güneş kanatlı
kelebekler uçuşuyor



BEDEN-İ YÜK
dün gece uyandığımda
yoktun yanımda yine

dün gece uyandığımda
sabah ayazı
yine
köpek ulumasına karıştı

dün gece uyandığımda
okulumu sınıfımı
öğrencilerimi kaybettim

dün gece uyandığımda
kuşlarımı çamur bakışlı
köpeğimi kaybettim

dün gece uyandığımda
çamlık yolunda
terli ellerimizi kaybettim
yokuşta cilveleşen
yağmur damlalarını
gemi salınımında
ürkek gülüşünde
titrek dudaklarında
geri dönülmezliğimizi
tenime tutunamayan
parmak prangamı kaybettim

dün gece uyandığımda
babamı kaybettim
annemi kaybettim
kardeşlerimi kaybettim

dün gece uyandığımda
arkadaşlarımı kaybettim

dün gece uyandığımda
kızımı kaybettim

dün gece uyandığımda
sabah ayazı
yine
köpek ulumasına karıştı

dün gece uyandığımda
düşlerimi
sözcüklerimi kaybettim

ayaklarım üşüyor
çarşaf top olmuş göğsümde

dün gece uyandığımda
yorgan toprak gibi
örtemedi bedenimi
parmaklarım karınca yuvası
bağırsaklarımda sancı

dün gece uyandığımda
bedenimi kaybettim

dün gece uyandığımda
benim sandığım
her şeyimi kaybettim

dün gece uyandığımda
bu geceye nefesimi
taşıyamadım



KUŞATMA AŞKLAR
sanrı siluet

kaptanı çımacı olan
bir teknenin yolcuları
denize ten beden atlayıp
kokuşmuş
sardalye atıklı kamaralarında
umarsız kalınan çocuk ağlamalara
kulakları
yürekleri kadar kapkara korkularıyla
derisi dişlenmiş anlık iniltileri
sessiz çığlıkları
duymadılar

üç tel saç
boyası kurumuş
tahta kalafatları arasından
sergüzeşt deniz atlarına
yetişemedi

kulak dolgusu
berbat sancı irini sözleri
bumerang kıvraklığıyla
çarpacakken ten bedenlerine
üçten kalan
yarım bir saç telinin
can köküne
asılı kaldılar

be hey
günlük aşkları
yarını iğdiş edilmiş
filiz rahimlerde
kanı çekilmiş
korkak çocuk kadavralarını
doğan gagasından
kendine sunulmuş
mey lezzetiyle yüreklere
can sofralarına taşıdığını sanan
budala

daha dün
can sırçalığımda
sarıp sarmalandığın
berbat bakışlı alıcı
akbaba sürülerinin
keskin pençelerinden
çekerken gaflet düşlerini

bugün
dinozor sofralarına düşmeni

"semerli masalı"
ve
"sanı doyumlar"
hatırına
engellemedim




SORGUÇ

 

“karadağ” nedir

içindeki bilinmezlik

ya “karadağ”dan taşan yalım

korkuların

 

üzerime devrilen

üçbin yıl

 

bugün

elinde çomak

karıştırdığın

çerçöp

 

göz pınarlarında

nergisler oynaşır

damlar

nergisten kalelerine

 

her damla seni yakar

bende

can açmazları

 

sen beyazlarla

örtedur düşlerini

benim başımda

al yalım bir şal

 

dört mevsim

biri seni anlatır

dördü bende

 

geldiğinde

ben

sana kaçmış olacağim

 

beni bulursan eğer

sende ben

ben olmayacağım






SEN "DİN"

nasıl orta yerinden bölünürse
bir bebek

ve kirli önlüklü pazarcıların
iye sehpalarında

çürümüş yaban mersini kokusuyla

sergilenirse

ve ağlama seslerini duymamak için
parmaklarını nil vadisi gibi uzanan
aort damarının çırpınışına inat
kısa yoldan kulağını kanatırcasına
üç devasa piramit talan edilirse

ve çımacı kamaralarında
rahimleri alınmış
erkek doğum sancıları
yosun tutmuş duvarlarında
korkak çocuk çığlıklarına
can evini kaparsa

sabahıma düşen sensizlik
dudaklarındaki çattlaklığı
düşlerimin en karabasan
vıcık vıcık uyanışlarına gebe sabahları
doğururken
ve artık
sabahın en cılız ışığına değen tenin
camdan süzülen buğu gibi
ürkek
pencereye yapışmış
ölü güvercin tüyüne
can vermeye yetmeyecek

ve haykıracak "ben"den
pencere dibine düşen
ölü güvercine can veren
"ateşten arabalı"
neden bir tüyün
"ben"imle bedenlenmesine
izin vermediğini

artık çıkarma zamanın(dır)
yosun tutmuş kınından
paslanmış hançerini

vurmak için
yılgın bahar esintisinden
uçuşan öteki ölü güvercin tüylerine

oysa senin tanrıların
çok iyi biliyorlardı
kirpilerine hapsolmuş bir damla yaşın
çirkin çocuklar doğuran
erk kamaralarına düşünce
yanıp "kül" olacağını

oysa merhamet
kirpiklerindeki güç
cesaretin kulaklarındaki
"ınga" sesleriydi

hep öyle bil(din)

sen
kirpiklerini
eros oklarını cilalar gibi
parlatırken
süzülüp sessizce düşüverdi
kirpiklerinin arasından bir damla yaş

tutamadın

tenine değdi önce
senden olsa tanırdın oysa

"sen"den olsa
tanırdın

sende ama "sen"den olmayan bir damla
elmacık kemiği üzerinde kaldı
sessiz sancısız

herkesin gözü önünde
ama hiç görünmeyen
erosun kanatlarını perde yapıp kendine
saklandı elmacık kemiği üzerine

bil(e)medin

ne aynaya bakınca gördü gözlerin
ne de ellerin yakalayabildi

tüm zaman çekimleri bitti

"ben" yok olunca
"an" kapısı açıldı




"sen yanım"

 

"sen yanım"da güneşler açıyor

"ben" kapandığımda

 

bulutlar çökünce düşlerime

"sen yanım" ışıl ışıl

 

kör karanlık işkencecileri

korkak polis terlerine karışırken

"sen yanım"dan

"hanım"elleri saçılıyor üç-bir yana

 

beni al

 

bir dağ evinde

buz kesmiş ormana bakan

ufacık pencereden ürkek yol alan

cam buğusu kadar çaresizim

 

dışarıda dede çam ıslıkları

beynimde insan sluetli

kahpe cellat ulumalarına karışırken

beni al

 

bu yanımda

hayalleriyle

misketlerini çaldırmış

ürkek bir çocuk

cılız çatlak dudakarında

kelebek kanadı titrekliğiyle

gülümserken

beni al

 

sen yanım olimpos'ta

 

pompei'deki ateş

yeter mi kanatlarını ısıtmaya

 

tanrılar kapılarını kapatmış

yosun tutmuş evleri

okları örümcek bağlamış

ateşten arabaları buz kesmiş

"sen yanım"da ince bir ışık sızar

 

(oysa bilirim)

 

"sen yanım"da

her an

depremler


ş

Şems-i mah

ne işim var "ben"im burada
bu insanlarla
ne işim var "ben"im
bu et kemik yığını içinde

bir yağmur damlasının
neden
oraya değil de
buraya düştüğü

nasıl anlatılır

hangi yağmur tanesi
buharlaşmadan
ateşe dokunabilir

ya sekerek oynanıyor oyun
çizgiye basmadan

ya da
sekerek oynayana
bakılıyor dışarıdan

"ben"
ne içindeyim
seksek çemberinin
ne de
dışında

belki çizgiyim
kırık kiremitle çizilmiş

belki de kiremitim
kurumuş asfalta sürten

bir yağmur damlası
düşer "çizgi"ye

silinir
en sırça yerinden
halka

çember aralanır
çıkarım dışarıya

ya yağmur tanesisin
"ten"e can veren

ya da
yağmura yön veren...


28-03-2011

 
 

CANLI TV IZLEMEK ICIN TIKLAYIN

Myspace Marquee Text - http://www.marqueetextlive.com

attorney reviews
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol